|
Zihinleri 28 Şubat esaretinden kurtarmanın vakti geldi

28 Şubat, ne kadar süratle bir "mağduriyet ve haklılık referansı" olmaktan çıkarsa o kadar özgürleşir, rahatlar ve gelişiriz.
Üzerinden yaklaşık üç yıl geçti ama, içinde "28 Şubat" olmayan cümleler kurabilmek hâlâ mümkün olamıyor. Kadroları; siyaset, ordu, bürokrasi hatta bankacılık sektöründen tasfiye olmasına rağmen meş'um tarih, ucunda gürz bulunan bir sarkaç gibi hızla gelip ortada ne varsa çarpıp yıkıyor.
Ve, çoğunlukla da o bildik (RP) FP-ordu gerginliğiyle avdet ediyor.
Türkiye; gerginliği düşürmek için FP'nin mi, yoksa askerin mi dilini tutması gerektiği sorusunu bir türlü cevaplayamıyor, cevaplayamaz da. Çünkü, "gerginlik" dediğimiz de facto durum meşru nizamın gayrimeşru yani hukuki hatta ahlaki olmayan usuller kullanılarak deforme edilmesiyle vücuda getirilmiştir. Bu yüzden, elimize aldığımız her konuyu "ama" ile bağlamak zorunda kalmaktayız.
Mesela, FP'nin içine "derin devlet" bulaştığı aşikâr olan Hizbullah terörünü kamu adına eşelemesi, hesap sorması bir hak ve ödevdir, ama... Ama, bunu yaparken "Sincan'da tank yürüterek balans ayarı yapanlar Hizbullah üzerine neden gitmediler?" demesi yanlıştır. "Bazı yazarlar" böyle yazabilir, ancak bir siyasi parti bu soruyu iktibas etmekle varlığının hukuki ve sosyal temellerini tartışmalı hale getirmiş olur.
"Bir Anayasa ve hukuk ihlâli, demokrasiye tecavüz numunesi" olan hadisede tatbik edilen yöntemi, -bir terör örgütüne karşı da olsa- "ona değil buna uygula" kabilinden talep etmek en az Sincan'daki balans ayarı kadar kanunsuz bir eylemi teşvik etmekle eşdeğerdir.
Bu yüzdendir ki siyasi partilerin muhatabı her şartta "siyasal ve sivil iktidar" olmalıdır. Geçmişe dönük bile olsa, bu kural ihlâl edilmemelidir.
Askeri muhatap alan her eleştiri; bu kurumu yanlış istikamette güçlendirir ve zaten siyasete meyyal geleneğinin devamlılığını sağlamaktan başka bir sonuç doğurmaz. Mesela, eleştiri sayesinde Silahlı Kuvvetler'in istikamet değiştirmesi sağlanamaz.
Bu, meselenin birinci yönüdür. İkinci ve önemli ve de çözüm içeren yönü ise "İslamcı siyaset"in bir an evvel "28 Şubat"tan kurtulması gereğidir.
28 Şubat, ne kadar süratle bir "mağduriyet ve haklılık referansı" olmaktan çıkarsa o kadar özgürleşir, rahatlar ve gelişiriz. Bu kavramın zihinlerimiz üzerindeki tahakkümüne son vermeli ve tarihi kayıttan düşmeliyiz. Zira, 28 Şubat'a yönelen her salvo, muhataplarını celallendirmekte ve onları ötesini-berisini düşünmeden bir refleks olarak "meşru müdafaa" pozisyonuna çekmektedir. Oysa, durup durup hatırlatılmadığı müddetçe; 28 Şubat, "faillerinin mirasçıları" tarafından bile hatırlanmak istenmeyen kötü bir anıdan başka bir şey değildir.
Kabahati durmadan yüzüne vurulursa, bundan kurtulma umudu kırılırsa o kabahate övünülecek bir şey gibi sahip çıkmak insani -ve kurumsal- bir zaaftır. Şu halde, üstelemenin ve zihinleri; bir zamanlar 12 Eylül mağdurlarının içine düştükleri umutsuzluğun kaynağı olan "ödeşme ve hesaplaşma"ya esir etmenin bir faydası yoktur.
Tarihsel perspektiften bakıldığında, geniş bir operasyondan başka bir şey olmayan 28 Şubat'ın hacmini büyütmeye yarayacak çatışmalar hiçbir siyasal mantıkla izah edilemez. "Alacaklar" tahsil edilmeye çalışıldıkça birileri şımarıyor ve bu da Türkiye'yi iyi-kötü yoluna girdiği dünyaya açılma istikametinden saptırıyor.
"Büyüklük" haklı olanda kalmalı. 28 Şubat'ı aşmak için bu şarttır.
6 ŞUBAT 2000
|