| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
Önemli olan yönetmenin kimliği
Gazetelerde şu günlerde Hizbullah'ın vahşet görüntülerinin yayımlanıp yayımlanmaması tartışılıyor. Kimisi yayımlansın diyor, kimisi yayımlanmasın. Yayımlanmasın diyenler dinimiz bundan zarar göreceği endişesini taşıyorlar. Bu nokta önemli... Belli ki görüntülerde katili bu işe azmettirenin dinî inançları, dini bağlılığı olduğu konusunda epeyce açık işaretler var. Gerçi bu tür senaryolarda dikkatlerin ilk nazarda üzerine çevrildiği şüpheli sonunda hep masum çıkar. Ancak herkesin Agatha Chiristie'nin kahramanı Hercule Poirot'nun dikkatine sahip olmadığı, çoğu kere de filmin sonu gelmeden vizyona başka filmler sokulduğu göz önüne alınırsa, şüphenin hep ilk işaret edilen azmettiren üzerinde kalması kuvvetle muhtemel. Her ne kadar bütün dikkatimizin öldürme olaylarının vahşet boyutu üzerinde odaklanması isteniyorsa da bence görüntü yönetmeninin, senaristin, rejisör ve filmin sahibinin kimliği de önemli. 'En Vahşi Aktör Oscarı'nı Hizbullah militanlarına verdik diyelim. Peki 'En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Yönetmen' ödüllerini kime vereceğiz? Vizyona giren bu "Vahşetin Hizbullah Atlıları" filminin kârını kimin devşirdiğini öğrenmemiz için prodüktörün bilinmesi gerekmiyor mu? İçişleri Bakanı İslam dininin sağlıklı bilinmesi lüzumundan bahsediyor. Dinin yanlış yorumlanmasının, yanlış anlaşılmasının doğuracağı sakıncaları önlemek için bu temenniye katılmamak mümkün değil. Ancak Hizbullah olayı dolayısıyla alınması söz edilen tedbirler dinin daha iyi anlaşılması hedefine yönelik değil. Tam tersine 28 Şubat sürecinde gerçekleştirilmek istenen ancak bir türlü gerçekleştirilemeyen üniversitelerdeki "sakıncalı" öğretim üyelerinin, devletin muhtelif kademelerinde görev yapan aynı konumdaki memurların tasfiyesi, derneklerin, şirketlerin, vakıfların zapt u rapt altınması teşebbüslerinden söz ediliyor. Hizbullah olayının estirdiği rüzgardan bu şekilde yararlanılmak istenilmesi, ister istemez rüzgarın kendiliğinden çıkmadığı şüphesini zihinlere getiriyor. Tarihimiz buna benzer olaylar bakımından hiç de fakir sayılmaz. 12 Mart'ın hemen sonrasında Korgeneral Arif Erçıkan'ın evine bomba atılmış, 17 Mayıs'ta da İsrail'in İstanbul Başkonsolos'u Efraim Elrom kaçırılmıştı. Bundan sonra bütün Türkiye çapında büyük bir tutuklama kampanyası başladı. İçlerinde Mümtaz Soysal. İlhami Soysal, Altan Öymen, Uğur Mumcu, Uğur Alacakaptan, Uluç Gürkan, Muammer Aksoy'un da bulunduğu 547 kişi bu "balyoz operasyonu"nda tutuklanmışlardı. Bu tutuklamalar başkonsolosu kurtarmaya yetmedi ve 22 Mayıs'ta başkonsolos öldürüldü. Açıkcası tutuklamaların doğrudan kaçırılma olayıyla bir ilgisi yoktu, ancak böyle geniş bir tutuklama için uygun bir fırsat gerekiyordu. Kaçırılma olayı bu fırsatı vermiş oldu. İşin ilginç yanı hükûmetin kaçırılma ihtimalinden 10-15 gün önce haberdar olması, ancak gerekli tedbirleri almakta yetersiz kalmasıydı. İnsan ister istemez Hizbullah olayının da benzer bir temizlik kampanyasına psikolojik ortam hazırlama işlevini gördüğünü düşünmeden edemiyor. Bu sebeple vahşet görüntülerinin yayımlanıp yayımlanmamasından daha önemlisi bu filmlerin senarist, yönetmen ve prodüktör üçlüsünün kimliğidir. Bu filmlerin tekrar çekilmemesi bu kimliklerin açığa çıkarılmasıyla mümkündür. Bu sebeple dikkatimizi vahşet görüntülerinden daha ziyade bu kimlikler üzerine çevirmemiz gerekir. Açıkcası Hercule Poirot'nun dikkatine ihtiyacımız bu günlerde her zamankinden daha fazla.
makifaydin@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|