T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Türkiye'nin 'Makedonyalaştırılması'

Türkiye, ahlaki ölçüleri tüketmiş medyasından, yolsuzluğa bulanmış siyasetine, vesayet altında demokrasisi ile tükenmiş bir ülke görünümü çizerken yönetici eliti tükenişin boyutlarını bile algılamaktan aciz durumda. Ne iflas etmiş ekonomisi ne de ekranlara taşan, benzeri görülmemiş medya terörünün sembolize ettiği etik yoksunluğu çözülmenin boyutlarının farkına varmamıza yetiyor.

Ekonomik iflasla kültürel iflasın, ahlaki çöküşün birbiriyle doğrudan ilişkili sonuçlar olduğunun en iyi göstergesi yaşadıklarımız ve yaşamaya zorlandıklarımız olsa gerek. Yaşamakta olduğumuz olaylar aslında bu ülkeden intikam alırcasına, insani düzeydeki çözülüşün, dağılmanın sistematik boyutlara getirilmesidir, kurumlaşmasıdır. Toplumda ölçülerin bu denli yozlaştığı, ülkenin (Sezai Karakoç'un şairane tanımıyla) "hatırasız ve hafızasız bir iç deniz"e dönüştüğü bir çoraklık iklimi hakim. Toplumsal ve siyasal anlamda kendini inkara ve de intihara doğru sürükleyen elitlerin dışarıda olup bitenleri sağlıklı değerlendirmeye ne fiziki anlamda ne de tarihi perspektiften beslenen stratejik, kültürel hatta ekonomik birikimleri elverebilir.

Kıbrıs ya da AB

Dün Avrupa Parlamentosu'nda 31'e karşı 504 gibi ezici bir farkla kabul edilen Kıbrıs raporu Türkiye'nin nerede durduğu ve nasıl algılandığı konusunda yeterince ipucu veriyor. Üstelik peş peşe gelen iki ekonomik krizi, Türkiye'nin "teslim alınması" için uluslararası bir projenin parçası olduğu yönündeki iddialarını güçlendiriyor. Türkiye'nin ekonomik anlamda çök(ertil)mesinin ardında sıranın Kuzey Irak ve Kıbrıs meselesinin istenilen şekilde çözülmesine geldiğini iddia edenleri haklı çıkaracak bir karara onay verdi Avrupa Parlamentosu. Nitekim aynı saatlerde de BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın yaptığı iki tarafı New York'ta buluşturma davetine Denktaş şimdilik katılmayacağını açıkladı.

Avrupa Parlamentosu'nun aday ülkelere ilişkin raporunu Kıbrıs sorunundan bağımsız Türkiye AB ilişkileri açısından irdeleyecek olursak, bu konudan hareketle Türkiye'de yöneten bir akıl olup olmadığını sorgulamamız gerekecek. Türkiye'yi işgalci olarak niteleyen rapor, Rum kesimini üyeliğe en yakın aday olarak kabul ediliyor. Ayrıca, eğer Güney'in üyeliğe alınması durumunda Kuzey'i ilhak ederse Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik kapıları tümüyle kapanmış olacak.

Bu durumda üyelik doğrudan Kıbrıs'tan vazgeçmesine endekslenmiş oluyor. Zira Avrupa Parlamentosu üyelik kabulü için en yetkili organ durumunda. Bu karar AB'nin Türkiye'ye en üst düzeyde nasıl baktığını tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Bu teze karşı, bunun diplomatik bir süreç olduğu, diplomaside her şeye hazırlıklı olmak gerektiği gibi rasyonel itirazlar ileri sürülebilir. Ne var ki rasyonaliteyi belirleyen zihinsel arkaplanı okuyamazsanız, siyasi bakıştan ve tarihi hafızadan mahrumsanız sonuçları değerlendirmeniz mümkün olmaz. Normal şartlar altında Türkiye ile AB arasındaki ilişki iki hasım tarafın ilişkisi değildir. Türkiye ile Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan arasında sorunlar olabilir. Ancak bir bütün olarak ele alındığında Türkiye-AB ilişkisi daha tarafsız, taraflardan birine de hareket opsiyonu tanıyan bir yaklaşımı gerektirir. Türkiye AB arasındaki ilişkileri belirleyen temel faktör, en azından resmi düzeyde, Birlik'e adaylığı kabul edilmiş ülke statüsüdür.

Makedonya muamelesi

Avrupa Birliği'nin Kıbrıs konusunu bahane ederek takındığı tavrın tercümesi Türkiye'ye Makedonya muamelesi yapılmasıdır. Makedonya'ya doğrudan ve siyasi yapıyı düzenleyici müdahaleye kapı açan yaklaşım ve ilişki biçimi açısından ele aldığımızda AB'nin tutumunun başka bir izahı yok. Üstelik askeri güç kullanmadan siyasi manevralarla bir tür teslim alış süreci işletiliyor gibi..

Burada Türkiye'nin Kıbrıs konusunda gerekli adımları, diplomatik girişimleri yeterince yapıp yapmadığından ayrı olarak AB'nin Türkiye'ye nasıl baktığı önemli. Bu açıdan yaklaşınca resmi adaylık statüsünün gerçekte ne amaçla kullanılacağının işaretlerini vermeye yetiyor.

Tekrar etmekte yarar var. Türkiye demokratikleşme, insan hakları, hukuk devleti olma gibi iç sorunlarını kendi kendine aşacak, ufkunu açacak siyasi kültüre sahip elitlerden yoksun. Ancak bu soruları önümüze koyan AB'nin de Türkiye'yi üyeliği kabul etme, bu sorunların çözümü konusunda iyi niyetten yoksun olduğu açık. Türkiye'nin, en iyimser tahminle cumhuriyetin 100. yılına kadar tam üyeliğe kabul etmesi mümkün değildir. Bu zaman diliminde (eğer tam üyeliğe kabul edilirse) milli güvenlik refleksini iyice dumura uğratacak süreç işletilecek. Bu bağlamda M. Yılmaz'ın milli güvenlik konseptini gündeme getiriş nedenini açıklarken belirttiği bir husus kimsenin dikkatini çekmedi. Konuyu artık neden rahatça tartışmamız gerektiğinin nedenlerini sıralarken "irtica tehlikesi uluslar arası destekle halledilmiştir..." açıklaması yakın tarihin anlaşılması için düşülmesi gereken bir nottur. Resmi bilgilerimizin bu işte MGK'nın belirleyici olduğunu gösterirken bu uluslar arası destek ne anlama gelmektedir?

Bir yanda TL'nin itibarını kurtarmak için hutbe okutan diğer tarafta milli güvenlik için uluslararası destekten bahseden bir siyasi miyopluğun iflasa götürdüğü ülke var karşımızda.


6 Eylül 2001
Perşembe
 
AKİF EMRE


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED