|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bizim yakın tarihimizdeki idarî ve siyasî alışkanlıklarımızın arasında kanun değiştirmekle her şeyi değiştirebileceğimize ilişkin iflahsız bir kanaat yer etti. Tazminat Fermanı'nın ilânı bu kanaatin elle tutulur ilk örneğidir. Arkasından gelen I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde ilân edilen Anayasa(lar), aynı kanaatin yeniden zuhurunun ve pekişmesinin alâmetleri oldu. Cumhuriyet döneminde çıkartılan bir dizi kanun da, aslında, aynı teamülün uzantısıdır. Kanun, toplumun belli bir ihtiyacını karşılamak üzere, aşağıdan yukarıya doğru gelişen bir talep prosedürünü gerektirir. Toplum, düzenleme ihtiyacını hissettiği bir durumla karşılaşır ve onu kanunla düzenlemek bir mecburiyet haline gelir. Ve bir kanun çıkartılması böylece vaki olur. Oysa bizim yakın tarihimizin alışkanlığı bunun tam tersi olan bir prosedüre yer veriyor: buna göre kanun, bir ihtiyacı karşılamak üzere değil ve fakat topluma bir şekil vermek üzere ısdar ediliyor. Pappini'nin nükteli bir ifadeyle söylediği gibi, Roma hukuku, aç gözlü ve itimatsız köylülerin hukukudur. Bu hukuk, şimdiki Batı hukukunun Hristiyan hukukuyla birlikte temelini oluşturur. Roma hukuku, yalnızca aç gözlü ve itimatsız köylülerin hukuku olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu zihniyetin uzantısı olarak insanları peşinen hüsnüniyetsiz kabul ediyor. Medenî Kanunun hüsnüniyeti asıl kabul etmesi, usulî bir zorunluluğun ürünüdür. Yoksa Batı hukuku, en temelinde, insanları hüsnüniyetsiz olarak kabul eder ve bu insanın önünü kesmek, onun muhtemel hilelerine karşı hükümler geliştirmek esası üzerine kuruludur. 1960'lı yılların başlarında bir "nurcu avı" başlatılmıştı. Nurcu adını verdikleri kimseleri yakalayıp mahkemeye sevkediyorlardı. Ama onlara isnad edilen suçun mahiyeti tam belli değildi. Bu yüzden de, mahkemeler çoğu kez beraatle sonuçlanıyordu. O sıralarda, İ.Ü.Hukuk Fakültesi'nde görevli bir doktor asistan (şimdi prof.), bu hale üzülüyor ve "nurcuların" illâ mahkûm edilmesini sağlamak için kendine göre bir çare geliştirmeye çalışıyordu. Bulduğu çareye göre, madem yakalanan "nurcular" mahkemeler tarafından muhakemelerine lüzum görülmeden salıveriliyordu, öyleyse kendilerine nurculuk atfedilen iki kişi bir araya geldiği zaman onları "gizli cemiyet" kurmaktan dolayı mahkûm etmeliydi! Böylece, birilerini mahkûm edebilme adına, bir kanunun ilgisiz bir maddesinin ilgisiz kişiler hakkında uygulanabilmesi için, bir hukukçu(!) tarafından bulunan çare buydu. TCK'nun 163. maddesi uygulamadan kalktıktan hemen sonra, aynı kanunun 312. maddesinin devreye sokulması, işte bu aynı zihniyetin hasılasıdır. Oysa bu maddenin uygulama alanı ve maddenin gerekçesi farklıdır. "Onları asmayalım da besleyelim mi!?" biçimindeki ifade, bu zihniyeti parlak biçimde dile getiriyor. Kanun devleti ile hukuk devleti arasındaki fark da, bu ifadenin altında yatıyor. Kanun değiştirmekle her şeyin oldu da bitti maşallah fehvasınca olup biteceğini sanan zihniyetle hukuk devleti yolunda kat edilmesi gereken yolun uzunluğunu tahayyül edince, doğrusu insanın gözü kararıyor.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |