T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J

'Derviş son umut' sözü Türkiye'ye hakarettir

Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) sorunu, Türkiye-Avrupa ilişkilerini bir yol ayrımına götürür mü?

Bunu tahlil edebilmek için iki tarafın pozisyonunu da iyi anlamak lazım.
Geçen yüzyılda üç savaş oldu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Soğuk Savaş… Küresel ölçekli bu savaşlarda, savaş sonrasında birtakım düzenlemeler yapıldı ve her düzenlemede savaşın galipleri bir şeyler elde etti, mağluplar da bir şeyler kaybetti.
Birinci Dünya Savaşı'nda biz yanlış yerde, kaybeden taraftaydık ve dolayısıyla bir imparatorluk birikimini kaybettik. İkinci Dünya Savaşı'nda bu korkuyla hiçbir tarafta yer almadık. Bu nedenle de çok fazla bir kayıp ve kazanç olmadı. Ama Soğuk Savaş'ta kazanan taraftaydı Türkiye. Dolayısıyla kazanan tarafta olmaktan kaynaklanan birtakım getirileri olması lazımdı. Ancak, kazanan tarafta olmak için ağır bedeller ödeyen Türkiye'nin ciddi bir kazancı olmadı. Avrupa güvenliği için ciddi bedel ödeyen Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında elinde tek bir kozla kaldı: NATO üyeliği… Şimdi NATO üyeliği de içi boşaltılan bir üyelik haline dönüşüyor.

TÜRKİYE DIŞLANIYOR

Şimdi siz AGSK etrafında sınırlı olduğu iddia edilen ama zamanla mutlaka genişleyecek olan yeni bir mekanizma oluşturuyorsunuz. Bu mekanizmada NATO imkanlarının kullanılmasına karar veriliyor ve Türkiye bu imkanların kullanılması konusunda da, kriz bölgelerine müdahale konusunda da sadece bir veto hakkına sahip. Karar mekanizmasına girmesi istenmiyor. Bu, NATO üyeliğinin içinin boşaltılması demek. Soğuk Savaş sonrasında ortaklığın bitişi gibi bir şey var ortada. Bir anlamda yol ayrımı, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde bir kırılma noktası.

O zaman biz de oyunbozanlık yapacağız…

Evet, karşı çıkmanın iki yolu var. Oyunbozan olmak, ya da baskı yapmak. ABD'nin baskısıyla veto hakkınızın da çok fazla anlamı olmayacak. Türkiye aktif bir katılımı her şeyin önüne koyması lazım.

Türkiye-Avrupa ilişkileri nasıl etkilenecek?

Avrupa'nın bir ordu kurması kaçınılmaz görünüyor. Türkiye'nin ısrarla engelleyici bir tavır takınması Avrupa-Türkiye ilişkilerini olumsuz etkileyecek. ABD'nin devreye girmesiyle muhtemelen bir orta yolda çözüm aranacak ancak bu bir çözüm olmayacaktır. Türkiye-AB ilişkilerinin seyriyle bağımlı olacaktır. AB ilişkileri olumlu seyrinde yürürse bu da bir problem olma niteliğini kaybedecektir.

Helsinki'de Türkiye için iki tarih verildi. 2002 ve 2004... Bu tarihlere kadar Ege ve Kıbrıs'ta bir çözüm bulmaya mecbur muyuz?

Zaten AGSK da temelde Ege ve Kıbrıs'taki problemlere de müdahale yetkisi vermesi durumunda bir çatışma doğuracak. Bu, Türkiye ile Avrupa'nın karşı karşıya gelmesi demek. Tabii bunun esas kırılgan noktası Kıbrıs.. AB Kıbrıs'ta görüşmelerini bu sene veya gelecek sene başında tamamlayacak ve Rum Kesimi'nin tam üyeliği 2002, ya da 2003 yılı içerisinde mümkün olabilecek.

Türkiye, uluslararası hukuk açısından, "Londra ve Zürih anlaşmalarına göre Rum Kesimi'nin, Türkiye ve Yunanistan'ın aynı anda üye olmadığı uluslararası kuruluşlara üye olamayacağı tezi"ni temel argüman olarak kullanıyor. Ama Londra ve Zürih anlaşmaları fiilen uygulanır halde değil. Burada çok ciddi bir açmaz var: Türkiye'nin stratejik olarak Kıbrıs'ta kendisinin üye olmadığı bir Avrupa egemenliğini gözönüne alması mümkün değil. Böyle bir durum Türkiye'yi, eğer AB'ye de giremezse tümüyle Avrupa tarafından kuşatılmış hissine sokacaktır. Türkiye'nin şu andaki temel argümanı "de facto" bir durum. Eğer her şey olumsuz seyrederse Kuzey Kıbrıs'ı de facto olarak elinde tutmaya devam edebilir. İkincisi, Kıbrıs'ta yeni bir müzakere sürecini başlatarak zaman kazanmadır.

FÜZE KALKANI AVRUPA'YA GÖZDAĞI

Dünya küreselleşiyor. Bir anda "eşitsizlikler, sınırlar kalkıyor" şeklinde bir entelektüel anlayış var. Diğer yandan da Füze Kalkanı gibi Soğuk Savaş'ı andıran projeler devreye giriyor. Bu çelişki nedir?

Füze Kalkanı meselesinin Amerika'nın kalıcı stratejisiyle, bir de konjonktürel taktik politikalarıyla ilgili yönü var. Kalıcı stratejisiyle ilgili yönü şu: Amerika bir kıta ada devleti. Kendisine rakip olan güçler, iki okyanusla kendisinden ayrılmış. Dolayısıyla ABD'nin fiilen konvansiyonel bir işgal tehdidiyle karşı karşıya kalması mümkün değil.

ABD için tehdit olarak görülen iki şey var: Terör ve nükleer tehdit. 90'lardan sonra yeni dünya düzeni gibi bir söylem geliştirildi ve bu söylem konvansiyonel bir çok savaşa gerekçe teşkil etti. Nükleer tehdit ikinci plana itildi. ABD'nin bunu tekrar gündeme çıkarması kalıcı stratejik tercihler kadar, konjonktürel taktik tercihlerle de ilgilidir.

Reagan'ın Yıldız Savaşları Projesi'ni açıkladığı 80'li yıllarda Sovyetler Reagen'a bu projeyi uygulatmadı. Ama Sovyetler ile rekabette ABD çıtayı o kadar yükseğe çıkardı ki, Sovyetler'i çökerten iki önemli unsur, Afganistan yenilgisi ve bu rekabet oldu. Amerika'nın nükleer tehdit konusundaki Kuzey Kore gerekçesi, inandırıcı değil.

O zaman sebep ne?

AGSK'nin oluşmaya başlamasıyla ABD'nin Füze Kalkanı Projesi arasında bir irtibat var. Amerika, NATO'yu Avrupa güvenliği için oluşturmuştu. Şimdi Avrupa kendi güvenlik parametrelerini oluşturmaya yöneldiği anda ABD tekrar çıta yükseltiyor. Yani teknolojik atılımı öylesine bir şeye çekiyor ki, yerel olarak ne kadar güçlü ordu birliktelikleri, ittifaklar oluşursa oluşsun, yöresel askeri teknolojinin ulaşabileceği nihai noktayı ben temsil ediyorum ve o askeri teknolojiyi (özellikle füzelerle ilgili) elimde bulundurdukça da konvansiyonel alandaki gelişmeleri de kontrol edebilecek araçlara sahibim görüntüsü veriyor. Bu, küresel düzenin askeri bakımdan nihai garantörünün ABD olduğu doğrultusunda psikolojik ve stratejik bir adım.

Peki, Türkiye, Füze Kalkanı Projesi'ne neden şartsız destek veriyor?

Türkiye ölçekli bir ülkenin, dış bağlantılarıyla birçok bölgeyle temas halinde olduğu için hiçbir zaman yalnız kalmaya tahammülü olamaz. AGSK'nin dışında tutulması durumunda, ABD'nin bu tür projelerine çok daha sıcak bakmak zorunda kalır. Türkiye'nin son 10- 15 yıl içindeki temel ikilemlerinden bir tanesi, Avrupa ile problem yaşadığında küresel olarak ABD, bölgesel olarak da İsrail eksenine kayma ve bir tek ona bağlı kalma pozisyonuyla karşı karşıya kalmasıdır. ABD'yle sorunlar yaşadığında bu sefer Avrupa'ya karşı zaaf göstermeye başlıyor. Buna bir de Rusya parametresini eklediğinizde bu dengeleri kollama durumundasınız. Bu tür durumlar da bir ülke için hem bir avantaj, hem de bir risktir. Esnek ve dengeli bir diplomasiyle bu güçler arasında senfonize bir dış politika yürütemezseniz bu bir risktir. Yürütebilirseniz bu çok önemli bir avantajdır.

Türkiye bu üçlü dengeyi iyi kullanıyor mu?

90'lı yılların başlarında biraz böyle olmuştu. Bunun en çarpıcı örneği Kıbrıs meselesidir. Türkiye bu üçlü dengeler içinde 74'te Kıbrıs'a müdahale edebilmişti. Amerika'yla problem yaşadığı dönemlerde Rusya ile ilişkilerini yumuşattı. 60'lı ve 70'li yıllarda Amerika'ın ambargolarında yalnız kalmamaya özen gösterdi. Avrupa ile ilişkilerinde de buna dikkat etmeye çalıştı. 90'lı yılların ikinci yarısında bunu çok iyi yapamadı.

TÜRKİYE NEDEN BÖLGESEL GÜÇ OLAMIYOR

Türkiye bölgede neden yeniden güç ihyasına gidemiyor? Neden bir bölgesel güç olamıyor? Uluslararası sistem mi engelliyor?

Uluslararası sistemin mani olması dışında Türkiye ile ilgili gerekçeleri var. Birincisi bizim psikolojimiz. Tarihi arka planda izah etmek, teori yetersizliği. Türkiye Karlofça'dan bu yana küçülen bir imparatorluğun geride kalan unsurlarını koruma refleksiyle davrandı. Bu durum, sınırları muhafazaya dayalı bir psikolojiyi getiriyor.

"Dört yanımız düşman" korkusu da buradan mı geliyor?

Evet. Son dönem Osmanlı aydınlarının çözüm yolları arayan politikalarına baktığınızda, refleks olarak hep "elimizde kalanı nasıl koruruz"u görürüz. İnönü'nün İkinci Dünya Politikası'nda da bu var. Bu kısmen statik durumlarda işe yarayan bir reflekstir. Ama artık bu refleksle hareket edenler mevzi kaybediyorlar.

İkincisiyse, Türkiye'yi kiminle mukayese ettiğinize bağlı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Uganda, Tanzanya gibi herhangi bir ulus devlet değildir. Türkiye 20. yüzyıla büyük ölçekli emperyal yapıyla girmiş 8 ülkeyle kıyas edilmeli. İngiliz Sömürge İmparatorluğu, Fransız Sömürge İmparatorluğu, Rusya, Çin, Japonya, Avusturya-Macaristan, Alman İmparatorluğu ve Osmanlı. Bunların hepsi de ulus-devlet haline dönüşürken sıkıntılar yaşadı.

Soğuk Savaş sonrası dengelere açısından Türkiye'nin stratejik önemi azaldı mı?

Aksine arttı. Türkiye'ye soğuk savaş sonrasında büyük bir hareket alanı açıldı. Türkiye'nin önemi azalmış olsaydı AB Türkiye'ye çoktan kapılarını kapatırdı. AGSK'da Türkiye direnebiliyorsa, AB Türkiye'yi gözden çıkaramadığı içindir. Stratejik kuşağın Güney- Kuzey ve Doğu- Batı eksenindeki geçiş yollarında bulunuyor Türkiye. Bu konumdaki bir ülkenin stratejik önemi hiçbir zaman azalmaz.

Bu kadar stratejik önemi olan bir ülkeyiz ama, ekonomik olarak diz çöktürülen bir ülkeyiz.

Türkiye'de maalesef stratejiyle ekonomi arasında da çok yanlış, tersine bir ilişki kurulmuştur. Türkiye jeopolitik konumunu pazarlayarak dış yardım elde etmeye alıştı. Kırım Savaşı'ndan sonra oldu, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra oldu. Bizim genellikle kullandığımız argüman jeopolitik önem. Argüman doğru, kullanış tarzı yanlış.

Dışarıdan farkedilen şu: Türkiye jeopolitik önemi olan bir ülke, desteklenmesi gerekir ancak, aktarılan para yolsuzluk ekonomisini besliyor. Kemal Derviş Türkiye'nin son şansıdır', bu Türkiye için hakaretamiz bir ifadedir. Batılılar, 'Artık jeopolitiğinizi pazarlayarak bizden irrasyonel olarak kullanacağınız para talep etmeyin' diyorlar.

Bize biçilen asker millet yakıştırması, daha çok güvenlik düşünen millet, ticaret yapmayan, entelektüel üretemeyen bir görüntü ki, bu bence yanlıştır. Bir övgü de değildir, gizli bir hakaret içerir.

Derviş'in gelişi ve yüklendiği misyon, bir ülkenin içişlerine karışma sayılmaz mı?

Parlamenter sistem uygulayan bir ülkede parlamento dışından ve hele yurt dışından siyasal sorumluluğu olmayan birinin ekonomik bütün sorumluluk alanlarını üstlenmesi parlamenter sistemin ruhuna aykırıdır. Parlamenter sistemin esası, siyasal sorumluluk üstlenecek insanların parlamento içinden seçilmiş olması, halk tarafından tekrar sorgulanabilir olmasıdır. Şu hükümetin elinde sadece ekonomi var. Güvenlik MGK'da. Hükümetin güç kullandığı alana baktığımızda eğitim, YÖK, hukuk parçalanmış durumda. Hükümetin doğrudan güç kullandığı en temel alan ekonomi. Bunu da siyasal sorumluluğu olmayan parlamento dışından birine verirseniz, parlamento içinden çıkan hükümetin ülkenin genel siyasal yapısı üzerindeki etkisi tartışmaya açılır.

Derviş yetkisinden fazla güce sahip insan olarak davranıyor. Çünkü, uluslararası ekonomik mekanizmalarla muhatap olan o. Bu da iç siyasal dengeleri sarsıyor. Bu nereye kadar gider? Seçime kadar. Seçimde bunun sağlıklı bir yere oturması gerekir.

* * *

'Stratejik Derinlik'in ilk baskısı bitti!'

Prof. Davutoğlu'nun uzun süren bir çalışma döneminden sonra yayınlanan "Stratejik Derinlik... Türkiye'nin Uluslararası Konumu" isimli eserinin ilk baskısı bitti. Her kesimden yoğun ilgi gören kitapta Davutoğlu, Türkiye'nin dış politikasını tarihi gerçeklik ve geleceğe yönelik projeksiyonlar bağlamında masaya yatırarak her alanda gerçekten "derin" analizler üretiyor. Türkiye'nin üzerinde bulunduğu coğrafya ile "fırsatlar coğrafyası"nın bir potada eritildiği eser, dış politika meraklıları, daha doğrusu Türkiye'yi anlamak isteyen herkes için şimdiden başucu kitabı oldu. Stratejik Derinlik, Küre Yayınları'ndan çıktı. (Küre, 0 212 589 12 95)

 
Prof. Dr. AHMET DAVUTOĞLU
Türkiye'nin önde gelen akademisyen-dış politika uzmanı ve stratejistlerinden olan Prof. Ahmet Davutoğlu, 1959 yılında Konya Taşkent'te doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve Siyaset Bilimi bölümlerini bitirdi, aynı üniversitede yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 1990-95 yılları arasında yurt dışında çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1996-99 yılları arasında ise Marmara Üniversitesi'nde ders verdi. 1999 yılında profesör olan Davutoğlu, halen Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı'nı yürütüyor. Davutoğlu'nun Türkçe ve İngilizce çok sayıda kitap ve makalesi bulunuyor.

Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulacak mı?
Türkiye'nin meselesi çok. Ermeni meselesi, Ege, Kıbrıs ve AB... AGSK ve Kuzey Irak belki çok daha travmatik sonuçlar doğurabilecek bir şey. Orada bir Kürt devleti kurulursa dünyanın sonu gelebilir gibi. Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulabilir mi? ABD bunu istiyor mu?
Soğuk Savaş bitti ama Soğuk Savaş'ı bitiren anlaşmalar daha yapılmadı. Soğuk Savaş'ın ateşkesleri yapıldı. Soğuk Savaş'tan sonra uluslararası düzenin yapısı, niteliği ortaya konamadı. Bunalım çıktığı anda ateşkes yapılıp donduruluyor. Soğuk Savaş'tan sonraki ilk savaş Körfez Savaşı'ydı. Körfez Savaş'nda çıkan de facto şu an devam ediyor. Benzer bir durum Bosna'da geçerli. Dayton bir ateşkes anlaşmasıdır. Oradaki problem donduruldu. Karabağ'daki problem donduruldu. Filistin'de hâlâ dondurulmuş bir problem var.
Uluslararası düzenin genel yapılanması ile ilgili nihai sonuçlara gidilmedi. Bundan en fazla etkilenen Irak oldu. Dolayısıyla Türkiye'nin hassasiyetini pekiştiren bir durum ortaya çıktı.
Ortadoğu'daki harita çok kötü örülmüş bir duvara benzer. Bir sürü yer parçalanmış. Mesela Türkiye'nin Kuzey Irak sınırı, tarihte görülmüş bir sınır değil. Tarihin bize öğrettiği, o dağlarda o sınırın yaşama şansı çok düşük. Duvardan herhangi bir taşı çektiğinizde bütün duvar çökecektir. O zaman diplomatik beceri olarak yapmanız gereken, duvarın taşlarını karşılıklı oynatarak yeni statüler oluşturmaya çalışmak ve o duvara daha düzenli bir nitelik kazandırmaya çalışmaktır. Bu da uzun dönemli bir süreçtir. Ortadoğu'da sınırları değiştirmeye yönelik her hamle, birçok sınırı tartışma içine getirir. Onun için ne kadar güçlü olursanız olun, gidip herhangi bir sınırı istediğiniz şekilde oynatamazsınız.
Kısa dönemde Türkiye'nin iradesi dışında, Kuzey Irak'ta yaşayabilir bir devletin, sadece dış gerekçelerle oluşması zor. Ama zor demek bunun bir dış politika aracı olarak kullanılamayacağı anlamına gelmez.
ABD Kürt meselesini Irak meselesi olarak görmeye çalışıyor. Bir anlamda Irak'ı temel tehdit olarak gördüğü için, Irak eksenli bir Kürt meselesi görüyor. Öcalan'ın yakalanması ile birlikte Kürt meselesi, Türkiye meselesi olmaktan çıktı.
Bedel olarak mı?
Bir anlamda. Tam olarak bir bedel gibi aktarılması düşünülemez tabii. Avrupa ise, Kürt meselesini hâlâ Türkiye meselesi olarak görüyor. Dolayısıyla Kuzey Irak'ta bütün bu aktörlerin anlaşabileceği bir zeminin olması ve Kürt devletinin meşruiyet kazanması zor.
18 Haziran 2001
Pazartesi
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED