|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Londra'nın, Türkiyelilerin ve diğer etnik azınlıkların yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde yayınlanan yerel gazetelerde geçtiğimiz hafta çıkan iki haber dikkatimi çekti. Türkiye'deki son krizle ilgili gelişmeleri izlerken gerekli olabilir diye bir kenara ayırmıştım. Haberlerden biri, Tottenham'da yaşayan siyah azınlığın temsilcisi olarak parlamentoya seçilen İşçi Partisi milletvekili David Lammy'nin, Türkçe konuşan bölge halkının sorunlarını dinlediği bir toplantıda yaptığı konuşma ile ilgiliydi… Lammy, toplantıda Londra'nın en geri kalmış ve sorunlu semtlerinden biri olan Tottenham ve Harringay'de yerleşik etnik toplumların sorunlarına çözüm bulmak ve haklarını elde edebilmek için seslerini yükseltmeleri gerektiğini anlatmıştı. Bölge milletvekili daha sonra da şunları söylemişti: "Bazı toplumlar seslerini yükselttiği için sorunlarına çözüm bulunuyor. Siz de yükseltin ki mahalli yönetimler ve Parlamento nezdinde sorunlarınıza çözüm bulunsun." Yani, "Ağlamayan bebeğe meme vermezler", demek istiyordu siyah milletvekili Lammy… Türkü, Kürdü, Kıbrıslısıyla karşısında oturan geleceğin seçmenlerini haklarını aramaya çağırıyordu. "Dikkat edin", diyordu. "Hizmet ve finans kaynakları sesini yükseltenlere gidiyor. Siz de daha çok sesinizi çıkarın ki sorunlarınız çözülsün." Tabii bu konuşma bazı yönlerden ilginç karşılanabilir. İngiltere gibi, hak aramanın ve 'ses yükseltme'nin alabildiğince özgür olduğu bir ülkede, insanlar niçin seslerini yükseltme ve hak arama konusunda çekingen, ürkek davranırlar? Bu sorunun cevabı, aslında o insanların geldikleri ülke ile yakından ilgiliydi. 'Hak arama ve karşı çıkma' geleneğinin gelişemediği, daha doğrusu gelişmesinin engellendiği bir ülkenin çocuklarıydı onlar. Kıbrıslılar da birkaç kuşaktır aynı kategori içine sokulmuşlardı nasılsa… İkinci haber ise yine benzer bir sorunla ilgiliydi: Türkiyeli işçiler, çalışma şartları ne kadar kötü olursa olsun şikayet etmiyorlar. Hatta, iş güvenliği olmaması nedeniye iş kazası geçirseler bile, bundan yetkilileri haber vermiyorlar. Sebep belli: İşlerinden olmak istemiyorlar. Tekstil ve Gıda Üretim İşyerleri Sağlık ve Güvenlik Müfettişi Simon Hester, Türkiyelilerin yoğun olarak çalıştığı Enfield ve Hackney bölgelerindeki işyerlerinin birçoğunda güvenli bir çalışma ortamı olmadığını belirterek, işçilerin kendileriyle işbirliği yapmalarını öneriyor. Müfettiş Hester, bu fabrikalarda çalışan Türkçe konuşan işçilerin, güvenlik eksikliğinden doğan iş kazalarını isimlerinin açıklanmayacağı garantisini vererek yetkililere bildirmelerini tavsiye ediyor. Türkiyelilerin bu özelliği İngiliz makamlarının bile dikkatini çekmiş ve onları, çalışma şartlarını iyileştirmek için hareket etmeye, haklarını aramaya teşvik ediyorlar. Ama ne yapsalar, bu insanlar, haklarını arama konusunda isteksiz davranıyorlar. Bu iki haberi okuyunca Türkiye'yi düşündüm tabii. Yıllar yılı kendilerini yoksulluğa mahkum eden ve bunu başarıymış gibi göstererek hep iktidarda kalabilme başarısı gösteren siyasetçi ve yönetici takımına karşı çıkılamayışını bir kenara bırakalım. Bu, Türkiye'nin başarıymış gibi gösterilmek istenen acılı tarihine tekabül eder. Hafızalarda, geçmişte yaşanmış ve kanlı sonuçlarla sindirilmiş çok sayıda örnek var. Hak arayanın, muhalefet edenin, hatta barışçı yöntemlerle 'talep eden'in bile baskı altında tutulduğu, ezildiği bir sistemin öğütücü çarkından geçirilmiş, dayatmacı ve yasakçı bir devletin yönetiminde her koşula katlanır hale getirilmiş insanların yaşadığı bir ülkeden söz ediyoruz… Bu ülkede insanlar özgürce sendikalaşamıyor, sendika üyesi olamıyor. Bu ülke işvereninin en modern makinelerle çalışması, dünya ticareti ile entegre olması kaç yazar. Çağımızda, sendika hakkını tanımayan işveren olabilir mi? Bunu sağlayamayan, buna göz yuman bir devlet olabilir mi? Bir ülkede, çalışan işçilerin neredeyse dörtte üçünün sendikasız hatta sigortasız olması ne demektir? Basın sektöründe binlerce insanın yıllardır sendikasız çalıştırılması, medya patronlarını ve onların yöneticilerini hiç utandırmıyor mu? Bunlar bir yana, bir ülkede insanların bir hafta içinde yüzde 50 fakirleşmesi, gelirlerinin yüzde 50 azalması nasıl bir felakettir? Asıl bu insanların bu duruma tepki gösterememeleri, gösterme imkanı bulamamaları nasıl bir sosyal hastalık halidir? İşçi temsilcisi olarak parlamentoya seçilen, mesela eski DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak gibi eski sendikacıların, genel başkan korkusundan ağızlarını bile açamayıp Türkiye'nin bu haline seyirci kalabilmeleri nasıl bir sendromsa, Londra'da kazaya uğradığı halde işyerini bildirmeyen o Türkiyeli işçinin ruh hali de aynı rahatsızlıkla ilgilidir. Biri, yeniden seçilememe korkusu ve kuşkusu ile, içinden geldiğini iddia ettiği 'işçi sınıfı'na ihanet etmektedir. Londra'daki Türkiyeli işçinin rahatsızlık gerekçesi daha meşrudur: O sadece günlük maişetini kaybetmeme endişesi taşımaktadır. Bu şartlarda, İşçi Partili Lammy'nin, "sesinizi yükseltin" çağrısı, bir süre daha havada kalmaya mahkum gibidir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |