T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Gelecek için 'siyasa'

IMF'yi 'tartışma biçimimizin' ne kadarı 'siyaset'in ve 'yönetim'in gerektirdiği rasyonelliğe sahip?

IMF olmaksızın ekonomik varlığını sürdüremeyeceğini düşünmekle, IMF'in çağdışı olduğunu söylemek aynı anda ve aynı zihinsel durumda nasıl varolabiliyor?

Bir ülkede IMF politikalarının taraftarları olabilir, karşıtlarının olması da normaldir; fakat aynı anda IMF'in hem karşıtı, hem de taraftarı olmak bizim ülkemize has bir durum herhalde. Başbakan Ecevit, IMF'e çağdışı derken, aynı anda IMF'in 'kaçınılmaz' (?) bir dünya gerçeği olduğunu söyleyebiliyor.

IMF politikaları karşısında teslim olmuşluğun bayrağının çekildiği bir aralıkta, kriz sonrası hazırlanacak ekonomik programın, IMF'in programı değil, 'kendi programımız' (?) olduğu söyleniyor. Fakat 'kendi programımızın', çağdışı olduğu Başbakan'ın dilinden ifade edilen IMF karşısında hangi çağdaş özellikleri barındırdığı bir türlü anlaşılamıyor.

Asıl mesele bu tartışmanın derinlerinde gizli her zamanki gibi. Ve tartışmanın temeli, kültürel ve siyasal özünde...

Türkiye tıpkı küreselleşme meselesinde olduğu gibi, 'dünya ile paralel bir gidişi takip etmekle', her siyasi statünün yapmak isteyeceği gibi 'kendisi olarak kalabilmenin' yollarını arıyor. Dünyaya ait bir çerçeve içinde kalmayı, özgünlüğünü koruyan bir statünün içinden yürüyerek yapmak istiyor...

Bu arayışı da güçlü bir entelektüel ve siyasi zeminde yürütemediği için, 'savrulmaların' tartışmalarda egemenleşmesinin önüne geçilemiyor.

En hassas tartışmalar bile tabuların gölgesinde ve totalitelerin çarpışmasının eşliğinde yapılıyor.

Almanya, şu anda, iki dünya savaşının yorgunluğuna rağmen, Avrupa Birliği içinde istediğini gerçekleştirme gücüne kavuşamasa da, 'istemediğini engelleme gücüne sahip' açıkça. Bu, Almanya'nın AB gibi 'ulus-üstü bir entegrasyon'a dahil olurken, kendisi olarak kalabilmesini mümkün kılacak entelektüel güce ve siyasi performansa sahip olduğunu gösteren bir pozisyonu, tarihi içinde pekçok defa olduğu gibi bu zaman diliminde de gerçekleştirdiğini gösteriyor.

Burada 'kritik eşik', Türkiye'nin kendisi olarak kalabilmekten ne anladığı, buna bağlı olarak da dünyayı nasıl algıladığı ile ilgili.

Kendi içinde barışık ve özgüvenli tartışmalar yürütülemeyince, kendisi olarak kalabilmenin en kolay ve ucuz yoluna başvuruluyor ve dünyanın dinamiklerini olumsuzlayarak bir özgünlük yaratılabildiği düşünülüyor.

İrrasyonel bir küreselleşme karşıtlığı ile 'ulusal' olanın korunabileceği varsayımına dayanan politikaları sık sık görüyoruz bu nedenle.

Bunun karşısında ise, içe kapanmanın yarattığı sıkışıklığı görerek, bunu aşmak için yine romantik bir küreselleşme taraftarlığının, bir siyasi proje gibi sunulması var.

İşte bu totalitelerin çarpışması eşliğinde geçiriyor Türkiye, tarihinin en kritik siyasi dönemecini.

Kültürel yırtılmaların dalgalandırdığı siyasi tartışmaların ve kutuplaşmaların özüne inemeden, kökünde çok sağlam kültürel duruşlar olan siyasi saflaşmalarda taraf olmaya, bunları biçimlendirmeye ve kendine dünyanın kabul edeceği bir yer açmaya çalışıyor.

Lozan'da -o günün koşullarında yapılan-, bugün aranılan şeydi aslında. Dünyanın kabul gören bir unsuru olmakla, bunu kendi kodlarından türetmek arasındaki hassas dengeyi bulmuştu Türkiye.

Şimdi, yüzünü tamamen içerinin nasıl düzenleneceğine çevirmiş olanlar ile dışarının içeriyi nasıl düzenlemek istediğine bakanlar arasında kalmış durumda. Bu 'yırtılma'dan bir sentez ya da makul bir siyasi denge çıkarmaya çalışıyor.

Bunu başaramadığı zamanlar da, siyasi iradesi kalmamış bir hükümete bağlı bir ekonomi yönetimine 'ulusal program' hazırlatılabileceğini ya da IMF'e çağdışı diyerek dünyaya mesaj verebileceğini zannediyor. Böylece ne kendine ait gerçek bir siyasi duruş üretebiliyor, ne de dünyaya ait olmanın gereklerini yerine getirebiliyor.

Tıpkı AB için hazırlanan 'ulusal belge'de gerçekçi siyasi düzenlemelere gönderme yapılmaktan çok, kelime oyunlarına yer verilmiş olması gibi.

Bu tablo bize tek birşeyi gösteriyor. Bu toplumun belli değerler üzerinde asgari bir uzlaşma sağlamaksızın, yani 'siyaset'i 'siyasa' ile öncelemeksizin, hiçbir şekilde geleceğini düzenleyecek bir 'proje' üretemeyeceğini.

Bu 'siyasa' üretilmeden gerçekleşen tartışmaların, siyasi saflaşmaların ve projelerin hiçbir faydası olmayacağını görmenin tam zamanıdır. Buna soyunmaksızın, siyaset kurumunun bu ülkenin temel dayanağı olmasının gerçekleşemeyeceğini görmek için de en uygun zamandır...


12 Mart 2001
Pazartesi
 
ÖMER ÇELİK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED