|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan ile geçen cuma akşamı Kanal 7'nin "İskele-Sancak" programında bir araya geldik. Kutan, arkasında partisinden altı arkadaşıyla, biz beş gazeteci ve programın sahibi Ahmet Hakan'ın sorularını cevapladı. Bana göre hiç de fena bir program olmadı. Saadet Partisi'nin AKP ile ilişkisinden, geçmişte "Susurluk" olayı karşısında takınılan yanlış tavıra, partinin giderek ön plana çıkardığı IMF karşıtı siyasetinden "Milli Görüş"ü nasıl ve niçin sahiplendiğine kadar epeyce konu gözden geçirildi. Tekrarlamam gereksiz sanırım; Recai Kutan, benim gibi programa katılan birçok gazeteci arkadaşın gözünde de, beyefendiliği, samimiyeti, meselelere yaklaşımında sergilediği ağırbaşlı ve epeyce açık tavrıyla siyasi hayatımızın sahnede olan liderlerinden çok farklı bir yerde duruyor. Dikkat ettiyseniz "epeyce açık tavrı" diyorum! Çünkü program boyunca pek çok konuda yeterli açıklıkta cevap aldıysak da, mesela "Susurluk" ve "Milli Görüş" meselelerinde "performans" biraz düşüktü! Aslında Kutan'ın hakkını da çok yememek gerekir. "Susurluk"un hemen ardından ülkede sivillerin inisiyatifinde oluşan protesto eylemlerinin "Glu glu dansı" olarak nitelenmesinin günahı doğrudan Kutan'ın omuzlarında olmadığı gibi, "Milli Görüş" gibi siyasi hayatımızı on yıllardır doğrudan etkileyen bir "öğreti"nin hesabının beş on dakikada verilmesi de kolay değildi... Programda "Milli Görüş" meselesinin tartışıldığı dakikaları ben özellikle sevdim. Bilenin bildiği, ancak ekran karşısındaki izleyicilerin büyük bölümünün tam olarak çıkaramadığı (ve bu arada Saadet Partisi'nin AKP'yi yıpratmak için bolca kullandığı) bu "öğreti" neyin nesiydi? Soruyu neredeyse aynen böyle sorduk ve Kutan'ın cevabını bekledik. Demokrasilerde siyasi partilerin bu tür özel "öğreti"lere bu derece sık atıfta bulunmaları normal miydi? Kutan, "Milli Görüş" ifadesindeki "Milli" sözcüğünün "milliyetçilik" gibi kavramlarla karıştırılmaması gerektiğini hatırlattıktan sonra bu "öğreti"yi özetle "Her gelişmeyi bu ülkenin menfaati açısından değerlendirmek çabası" gibi çok "geniş" bir biçimde tanımladı. Yani ortada öyle bir tanım vardı ki, bu tanıma göre programa katılanlar gibi izleyicilerin tamamının da kendilerini "Milli Görüşçü" ilan etmemeleri işten bile değildi! Kutan ile birlikte programa katılanlar içinden Oya Akgönenç'in "Milli Görüş"den "vatanseverlik"le özdeş bir kavram olarak söz etmesi de (bu arada unutmadan: Akgönenç, nedense, "vatanseverlik" kavramının -daha iyi anlaşılıyor diye- İngilizce karşılığını teklif etti!) şaşırtıcıydı. Programdaki diğer gazeteci arkadaşlar ne düşündü bilmem ama bu tanımlar karşısında benim aklımdan geçenler şunlardı: "Vay canına, bu 'Milli Görüş' öğretisi hiç de yabancısı olduğumuz bir şey değilmiş. Bu öğretinin ülkedeki rejimin inanç ve ibadet özgürlüğüne getirdiği kısıtlamalara karşı çıkan çok önemli -ve haklı- bir boyutu yok muydu, ben mi yanılıyorum?" Neyse.. Allahtan Numan Kurtulmuş bu konuda kısa da olsa bir açıklama yaptı da mesele biraz aydınlandı... Kutan'ın özellikle "Şeker Yasası" ve "Tütün Yasası"ndan hareketle IMF'nin Türkiye'ye yönelik politikasını eleştiren görüşlerinin, gözlemleriyle de zenginleştirildiği için, pek çok izleyicinin gönlüne su serptiğini ileri sürebiliriz. Kutan'ın Refah-Yol hükümeti döneminde ekonomik alanda gerçekleşen olumlu gelişmelerin asıl mimarının Tansu Çiller değil, kendileri olduğunu ısrarla açıkladığını da unutmayalım. Kutan'ın AB ve Türkiye arasındaki problemli ilişkide "sorun çıkaran" tarafın AB değil Türkiye olduğunu söylediği ve bu çerçevede insan haklarının, özgürlüğün bir ülkede ne derece belirleyici olduğunu vurguladığı bölüm de çok iyiydi. Cumartesi akşamı CNN Türk ekranında Kutan ile ikinci kez karşılaştık. Kanalın seçim öncesi açtığı "Son Raunt" adlı programda. Biz bir gece öncesinin sabaha karşı biten programının yorgunluğunu hâlâ üzerimizden atamamışken, Kutan aynı günde iki ilde miting yaptıktan sonra yine dipdiri olarak konuk iskemlesindeydi! Bu "Son Raunt" da iyi raunttu doğrusu... (Hatırlıyorsunuzdur, birinci "Son Raunt" Baykal'ın "nakavt"ıyla son bulmuştu!) Hemen söyleyelim ki bu "Son Raunt"un da "nakavt" olan bir oyuncusu vardı ama bu oyuncu önceki programdaki gibi konuk iskemlesinde değil, gazeteci iskemlesinde oturuyordu! Kim mi? Kim olacak, Milliyet'in Ankara temsilcisi Fikret Bila; "nakavt" olma sırası bu kez ondaydı... Yerimiz çok daraldığı için uzatmıyorum; Bila'nın "nakavt" olduğu bölüm, bu çok şey bilen gazetecinin Kutan'a din eğitimi, "türban", "İmam Hatipler" gibi konulara ilişkin sorular yönelttiği bölümdü. Bila, bir kez daha hatırlatmamız gereksiz, artık kabak tadı veren o malum çerçevedeki sorularını sıralamaya başlayınca Kutan'dan şöyle cevaplar duyduk: "Kullandığınız bu tabiri sizin demokrat kişiliğinize yakıştıramıyorum!" / "Siz meseleyi başka bir mecraya getirdiniz." / "Kullandığınız bu tabir doğru değil!" Çok yerinde cevaplardı doğrusu. Bu tür sorular karşısında Kutan başka ne desin? Kutan'ın yerine kendinizi koyun. Bu ülkede "laiklik" gereğidir diyerek dini sadece devlet işlerinden değil "dünya işleri"nden de ayırmanın niçin yanlış olduğunu güzel güzel açıklarken karşınızdaki gazeteciden "Ama bu ülkede oruca-namaza karışan mı var?" gibi bir soru alsanız siz nasıl cevap verirsiniz? İşte Kutan da aynen sizin gibi davrandı ve bu birkaç yerinde cevapla meseleyi bitirdi. Fikret Bila "nakavt"! Son olarak, Kutan'ın bu ikinci programda bir başka soruya (soru yine Bila'nın) verdiği gerçekten çok güzel bir cevabı da aktaralım: Soru "Madem öyle siz niçin ilahiyat öğrenimi almayı tercih etmediniz de İstanbul Teknik Üniversitesi'ni seçtiniz?" şeklindeydi. Kutan bakın bu soruya nasıl cevap verdi: "O zamanlar lisede en başarılı öğrenciler İstanbul Teknik'e giderdi, ben de öyle yaptım. Ama keşke en kabiliyetli çocuklar sosyal bilimlere gitselerdi. Ben de keşke sosyal bilimler okusaydım..." Ne güzel bir cevap değil mi?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |