|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
28 Haziran 2002 Cuma günü gazetemizde sağlık karnesindeki fotoğraf başörtülü olduğu için tedaviye alınmayan 71 yaşındaki bir hastanın vefatı ve yine başörtülü oldukları gerekçesiyle okula alınmadıkları halde okula patlayıcı madde getirdikleri gerekçesiyle 70 öğrenciye tasdikname verildiği haberleri vardı. Aynı gün "İnsan Hakları" konulu bir panele çağrılmıştım. İnsan hakları konusu bence Türkiye'nin en büyük ve en önemli sorularından biriydi. O nedenle bu paneli önemsedim. Konuşmacılar teoride uzman Prof. Dr. Burhan Kuzu ve pratikte deneyimli Av. Ahmet Selamet bey olunca demir leblebi misali zor olan konu, taze Çorum leblebisi gibi kolay ve keyif vericiydi. Prof. Dr. Burhan Kuzu, konunun anayasal boyutunu ele alarak değerlendirme yaptı. 1876, 1924,1961 ve 1982 anayasalarının İnsan Haklarına bakışını değerlendirdi. İnsan Hakları kavramının deyim ve kavram olarak 1876'ya kadar telaffuz edilmediğini ama uygulamada adalet kavramı çerçevesinde insan haklarının korunduğunun da altını çizen kuzu, Osmanlı'nın sadece insan haklarını değil batılıları şaşırtacak biçimde hayvan haklarını bile koruduğunu vakıf senetlerine göndermeler yaparak anlattı. Türk anayasalarında "hürriyetler" bölümünün ilk kez 1961 anayasasında yer aldığını, 1961 anayasasının insan haklarına dayalı olduğunu, 1982 anayasasında ise sadece anayasanın insan haklarına saygılı olduğunun altını çizerek dayalı ve saygılı olmanın arasındaki ince nüansı izah etti. Prof. Kuzu anayasa ve yasalarımızdaki "ancak"lara ve eksiklere rağmen batı anayasalarından geri olmadığını, Türkiye'deki insan hakları sorununun anayasadan ziyade uygulamadan kaynaklandığını yine örneklerle açıkladı. Türkiye'deki temel sorunun demokrasi olmadığını temel sorunun demokratik kafa olduğunu, devletin toplum mühendisliğinden vazgeçmesi, kendini korurken ferdin hukukunu ihlal etmemesi gerektiğini vurguladı. AİHM kararlarının da zaman zaman yanlı çıktığını söylerken "Avrupa'nın gözünde insan kendi insanıdır" tespiti de ilginçti. İkinci konuşmacı Av. Ahmet Selamet bey de hukuk, kanun ve polis devleti kavramlarına açıklık getirerek Türkiye'nin bir polis devleti olduğu tespitini yaptı. Evrensel normlara uygun yasaların bulunduğu ve uygulandığı devlet hukuk devleti, keyfi ve yanlış yasaların bulunduğu ve uygulandığı devlet kanun devleti, evrensel normlara uygun hukukun bulunduğu ancak bürokrasi tarafından yanlış uygulandığı devlet ise polis devletidir.(buradaki polisden maksat uygulayıcılardır, polis bazen rektördür, bazen savcıdır, bazen validir, bazen bakandır, bazen de polis vs.) Türkiye'nin bu taksimde polis devleti sınıfında yer aldığını söylerken Prof. Kuzu ile aynı noktaya gelmiş oluyordu. Çünkü Kuzu da genel olarak hukukun mevcudiyetinden söz etmiş sadece uygulamada demokrat kafa yoksunluğu tespitini yapmıştı. Tabii teferruata inilince hem anayasa hem yasa hem de yönetmeliklerde birçok eksikliğin var olduğunu kimse inkar etmiyordu. Evet hak talebinde bulunan milyonlarca insan da yasaların yanlış uygulandığından hareketle hak arıyordu. Binlerce dava açılıyorsa hukuk var inancıyla açılıyordu. Yoksa insanlar neden boşuna mahkemelere, resmi dairelera müracaat etsindi, İhkak-ı hak yolunu seçer meselesini kendisi hallederdi. Bu noktadan bakılınca gerçekten de Türkiye'de şekil itibariyle hiçbir eksiklik yok. Devletin insan haklarıyla ilgili kurum ve kurulları var. İnsan haklarından sorumlu bakanımız bile var. Her il ve ilçede insan haklarını takip edecek kurullarımız ise ülkemizin insan hakları konusunda çok ileri olduğu izlenimini uyandırır. Yani kurum ve kurul olarak eksiğimiz yasa olarak noksanımız yok. Tabii şekilde noksanımız yok. Noksanımız muhtevada ve uygulamada. İnsan Hakları Kurulları'nın her il ve ilçede kurulduğundan ve ihlalleri önlemek için şu anda çalıştığından kaç kişinin haberdar olduğunu doğrusu merak ediyorum. Çoğunuzun haberi olmadığından eminim. Bu kurullar var, çalışıyor ve ayda bir kez de toplanıyor, ama ne hikmetse insan hakları ihlalleri durmak bilmiyor. Durması da mümkün değil çünkü bu kurulların oluşumu ve çalışması temelden yanlış. Bu kurullar sanki insan haklarının ihlaline engel olmak yerine maalesef ihlal edenleri korumak amacıyla kurulmuş görüntüsü veriyor. 2 Kasım 2002 tarih ve 24218 sayılı Resmi Gazete'yi açın ve bu kurulların kimlerden oluştuğuna bir bakın. İnanılacak gibi değil, kurul üyelerinin ezici çoğunluğu hak ihlali yapan kurumların yöneticilerinden oluşuyor. Türkiye'de hak ihlali yüzde 99 devlet kurumlarında yaşanıyor. Ya karakolda, ya kışlada, ya okulda, ya mankemede, ya belediyede, ya hastanede ya da benzeri devlet kuruluşlarında. İnsan hakları ihlalini önlemek için oluşturulan kurullar da vali, emniyet müdürü, garnizon komutanı, rektör veya milli eğitim müdürü ve benzeri ihlali yapan kurumların yöneticilerinden oluşuyor. Sadece baro, basın ve tabib odası gibi bir iki normal temsilci dışında kurul üyeleri ihlali takip etmek yerine adeta ihlali örtmek için oluşturulmuş. Kurulun başkanı mülki amirin kurul üyelerine birer devlet memuru gibi davranması bu kurulların çalışma şeklini de ortaya koyuyor. Bu yüzden bazı üyeler bu kurulları boykot etmişlerdir. Şimdi bu kurul meselesi fikir olarak gayet güzel ama şekil ve muhteva yanlış. İşte Türkiye'nin sorunu da burada. Devam edeceğiz
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |