|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu hükümetin dış politikada takınacağı tavır, uluslararası ilişkilerdeki performansı onun Türk siyasi tarihine nasıl geçeceğini belirleyecek bir süreçten geçiyoruz. Bu köşede sıklıkla tekrarladığım gibi, dış politikadaki gelişmeler ve bunlara karşı Türkiye'nin izleyeceği politika sadece siyasi yapıyı değil toplumsal yapıyı da derinden etkileyecek görünüyor. Bu aynı zamanda Türkiye'nin iç dengelerinin de dışarıdan gelecek etkilere ne kadar açık, kırılgan ve hassas bir zeminde olduğunu yani kırılganlaştırıldığını gösterir. Türkiye'nin modernleşme tarihi de biraz da uluslararası dengelere karşı Türkiye'nin verdiği cevabın tarihi değil midir? Toplumsal ve siyasal hayatımızı etkileyen, biçimlendiren köklü değişimlerin, tarihi kararların büyük kısmı iç dinamiklerin harekete geçirdiği doğal süreçlerden çok dış faktörlerin belirleyici olduğu neredeyse tek yönlü etkileşimin sonucunda alınmıştır. Osmanlının batılılaşma (modernleşme) çabaları dış faktörlere karşı hem inisiyatif alma hem savunma refleksiyle geliştirilmiş köklü değişimlerin tarihidir. Bu anlamda yeni hükümetin 'başarısı' ya da 'başarısızlığı', çok farklı kesimlerden verilen krediden de anlaşılacağı gibi dış politikada atacağı adımlara bağlı gibi görünüyor. Yine bu nedenle, devletliler nezdinde bu ülkeye varoluş imkanı sağlayan toplumsallığın siyasi ifadesi oluşumlarla geçici defacto barış ya da barışıklık durumundan söz edilebilir. Ne türden bir siyaset kavramsallaştırmasına başvurulursa bulunulsun mevcut iktidarın varlığını meşrulaştıran şey bizatihi yansıttığı sosyo-kültürel reflekslerdir. Bu refleks tepki oyu gibi bir dar alana sıkıştırılamayacak kadar derinde, ayrı bir varoluş bilincini temsil eder. İktidarın kendi siyasi çizgisini nasıl tarif ettiğinden bağımsız olarak bu refleks, İslami rengi dominant olan yerli bir duruşu simgeler. Son seçim sonuçlarının gösterdiği; zor zamanlarda ortaya çıkan tarihi-toplumsal reflekse uygun düşen bir algının siyasal tercihe dönüşmesinden ibarettir. Tayyip Erdoğan'ın, partisinin seçimleri kazanmasından hemen sonra Ankara'dan çok Avrupa Birliği üyesi ülkelerin başkentinde görünmesi Türkiye'yi neler beklediğinin bir işareti sayılmalıdır. Türkiyenin en azından yakın geleceğini hangi dinamiklerin belyirleyeceği , ne türden alınacak kararların iç siyaseti de şekillendireceğinin göstergesidir. Kıbrıs sorunundan, AB'ne üyelik tarihi almaya, ABD'nin Irak'a yönelik saldırı planlarından Otadoğuya uzanan geniş yelpazede önemli kararların arefesinde olduğumuz kesin. Önemli gelişmelerin arefesinde durduğumuz dış politikadaki olası gelişmeler, içerde ilginç bir ideolojik olmasa bile siyasi kamplaşmayı şekillendiriyor. Statükoyu korumaktan başka fazlaca bir melekesi gelişmemişlerle, dışarıda biçilen her elbiseyi giymekten başka tercih yeteneği gelişmemişler arasındaki dar bir kamplaşmaya sıkıştırılmak üzere Türkiye. Bir yanda Kıbrıs'ı ne olursa olsun verelim, AB'ne ne pahasına olursa olsun girelim, olası bir Irak saldırısında Amerikan uçakları Türkiye'yi üs olarak kullansın diyenlerin teslimiyetçilikleri ile, siyasi ve ideolojik statükolarının sarsılmasından endişeyle insani taleplerden dışarda aktif politika izlemeye kadar her yeni açılıma savunmacı bir refleksle karşı çıkanlar arasında ayrışma yaşanıyor. Bir yanda Avrupa Birliğine girmekten yana daha liberal değerleri savunanlar, diğer tarafta tüm milli'ci görünümlerine karşın statükoyu korumaktan başka tavrı olmayan egemenler. Kabaca resmedilen bu siyasi manzara karşısında AKP nerede durmaktadır? İktidarın bu soruya vereceği cevap önümüzdeki dönem Türkiye'deki siyasetin nasıl biçimleneceğinin de büyük ölçüde cevabını içermektedir. Türkiye'nin bu iki kıskaçtan başka alternatif politikaları tercihleri tümden tükendiğini söyleyebilir miyiz? Türkiye'nin jeopolitik imkanları ile iç dinamiklerini uzlaştıracak bir başka yol haritası çizmeye acil ihtiyaç var. Türkiye'nin bölgedeki rolünü pekiştirecek, AB ile kendine güvenen bir ilişkiyi gerçekleştirecek aynı zamanda da halkıyla ve değerleriyle barışık olabilmeyi başaran bir zihniyetin iktidar olmasına ihtiyaç var. Toplumsal bütünleşme anlamında yakaladığı şansla Abdullah Gül iktidarının önündeki temel sınav bu noktada başlıyor. Türkiye'de işbaşı yapmakla iktidar olmak arasında her zaman kalın bir çizginin varlığını göz önüne alarak, tek başına da olsa bir siyasi iktidardan hele hele geçmişin psikolojik baskısını üstünde hisseden bir iktidardan tarihi sayılabilcek bir dönüşümü beklemenin rasyonel olmadığı itirazını duyar gibiyim. Ancak, bu hükümetin Türk siyasi tarihine nasıl geçeğini belirleyecek olan da bu konularda geliştireceği tavrına bağlı. Türkiye gerçekten her ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliğine girmeden insanca yaşamayı, yeniden yapılanmayı gerçekleştiremez mi? Ortadoğuda Türkiye'yi ABD'nin sömürge karakolu konumuna düşürmeden aktif rol almayı gerçekleştiremez mi? Bu ve buna benzer soruların, bir yanda Türkiye'de zihniyet dönüşümü sağlanmadan diğer tarafta teslimiyetçi değil ama kendine özgüveni olan, statik değil ama ülkenin çıkarını gözeten siyasi irade ve siyasetçi vizyonu olmadan olumlu cevaplarını vermek mümkün değil. Sadece AKP ve A. Gül hükümetinin değil, Türkiye'nin geleceği bu kritik konularda geliştireceği siyaset biçimiyle yakından ilintili.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |