|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Aslında hadise Ecyad Kalesi'nin yıkılmasından daha derin, daha geniş bir konu. Bir yanıyla Vehhabiliğin İslam toplumlarıyla ilişkisindeki problemleri, bir yanıyla Arap-Osmanlı ilişkilerini, bir yanıyla bizzat bizim kendi iç hesaplaşmamızı gündeme getiren bir konu. -Bir kere Vehhabi çizgi, tüm İslam dünyasında "geçmişe saygı" konusunda problemli bir alan oluşturmuş durumda. Suudi Arabistan'da okuyup ülkelerine dönen gençler, orada aldıkları kültürün etkisiyle, ilk planda toplumda saygı duyulan müesseselerle (düşünce, davranış ve eserler planında) çatışmaya giriyor ve ipler kopuyor. İpler kopuyor, bunun sonucu bir yandan islami bilgileri son derece sınırlı insanlar, kendilerini din alanında kıran kırana tartışmanın içinde buluyorlar, diğer yandan bu gençler, islami bilgilenme alanında faydalı olabilecekken yaşanan gerginlik onları toplumdan tecrid ediyor. Bunu bir çok yerde bizzat gözlemleme imkanım oldu. Bu arada bu tavrın, yapılan maddi yardımları da kuşkulu hale getirdiğini ifade etmeliyim. Bu yol sağlıklı değil. Çoğu geçen fetretin ardından, üstelik bunca suçlamalar arasında İslam'la yeniden iletişim sağlayan insanlara sade, kalblere ulaşan, tartışmalardan uzak bir din tanıtımı lazım. Aksine kuru, içi boş tartışmalarla geride darmadağın zihinler bırakan söylemler değil. -Olayın bir boyutunun da Arap-Osmanlı ilişkilerinin yansıması olduğu görülüyor. Arap dünyasında özellikle aydınlar ve yönetici kesimde bir Osmanlı karşıtlığının varlığı biliniyor. Bu kesimlerde hep bir hesaplaşma duygusu saklı tutuluyor. Osmanlı'nın Arap alemi ile münasebetlerinin bir "sömürge ilişkisi" olduğu yolunda yaygın bir kanaat var. Batı'nın sömürge siyaseti içinde oluşmuş ve sonu Osmanlı'ya karşı vuruşmaya kadar uzanmış bu düşüncenin, gerçekler tarafından doğrulanmadığı, insaf sahibi olanlarca da, Arap dünyasının geniş halk kesimlerince de teslim edilmektedir. Evet, Osmanlı bu dünyaya "Hakimü' - Harameyn - Mekke ve Medine'nin hakimi" zihniyetiyle değil, tamamen Yavuz Sultan Selim'in ifadesiyle "Hadimü'l- Harameyn - Mekke ve Medine'nin hizmetkarı" anlayışı ile bakmıştır. İlişkilerde hep "Mukaddes belde" hassasiyeti hakim olmuştur. Nabi'nin "Sakın terk-i edebden" seslenişini sanki tüm Osmanlı ricali dinlemiş, ve buna ittiba etmiştir. Türk milletinin İslam'ın mukaddeslerine yönelik bu duygu derinliğini anlamak lazımdır. Bu, asgari bir iyi niyetin halledeceği meseledir. Sonra Osmanlı karşıtlığı ne sağladı bölgeye, onun da muhasebesi yapılmalı. Bu, nihai planda bölgeye yönelik politikalarında Batı hegemonyası ile elele tutuşmaktan öte bir tercih değildir ki, orada da mutlak bir sömürü vardır. Belki bir şey daha söylemek gerekir burada: Türkiye'yi ve Türk insanını kırmamak. Değil mi ki her yıl onbinlerce insanımız engin bir aşkla o topraklara yüz sürmeye geliyor, asgari bir ticari zihniyet bile bu insanların duygularını yaralamamayı, daha ötede bir kere daha, bir kere daha gelmeleri için onlarla bir sıcak iletişim kurmayı gerektirir. Kaldı ki bu insanlar oraya "Duyuf'u- Rahman- Rahman'ın konukları" olarak varıyorlar ve orada o misafirliğin izzetini paylaşmak istiyorlar. Demek isterim ki Suudi Yönetimi, bu alanda köklü bir zihniyet muhasebesi yapma ihtiyacı içindedir. Çünkü o beldelerin siyasal sınırları, öyle herhangi bir kavmin malikiyyet hisleri içinde değerlendirilecek sınırlar değildir. O topraklar, tüm İslam dünyasının yüreğinin bir parçasıdır ve böyle olması, Suudiler için belki de en değerli hazinedir. Öyleyse bu hazineye onun gerektirdiği hassasiyet içinde itina etmek gerekiyor. -Tabii Osmanlı deyince işin bizzat bize yönelik bir sancı boyutu bulunduğunu da görmezden gelemeyiz. Evet, Suud topraklarında olsun, Mısır'da, Suriye'de veya Balkanlar'da olsun, bir Osmanlı eseri üzerinde titizlik göstermek, Türkiye'nin boynunun borcudur. Her ülkeyi titizliğe çağırmak da hakkıdır. Hemen belirtmek isterim ki bunu, söz konusu ülke veya ülkelerle ilişkileri germek için kullanmamak da asgari bir hassasiyetin gereğidir. Araplara Osmanlı karşıtlığını telkin edenlerin bizde de bir "Arap-sevmezlik sendromu" oluşturduğunu söylemek bilmem yanlış olur mu? Böyle ön yargıları aşarak, tarihi-kültürel varlıklarımıza sahip çıkmakla yükümlüyüz. Ancak... Kendi içimize dönüp şöyle bir "Osmanlı" ile ilgili duygularımızı tahlil edersek... En azından manevi hatıra olarak ne saklıyoruz Osmanlı'dan? Biz Cumhuriyet'i nasıl algıladık, Osmanlı'yı nasıl algıladık? Bunların birbiri ile ilişkisi nasıl bir yargı bıraktı içimizde? Soralım kendimize: Acaba biz, bugün bile kimilerimizin içinde yer ettiği şekliyle Cumhuriyet'i Osmanlı'yı yıkarak kurduğumuzu düşünmedik mi? Zaman zaman resmi söylemler böyle kotarılmadı mı? "Yıkmak!..." diyoruz. Suudiler'i bir Osmanlı kalesini yıktığı için haklı olarak suçluyoruz. Soralım kendimize, içimizde kaç Osmanlı kalesi yıktık bugüne kadar? Daha birkaç gün önce "tarihi yeniden yazmak" ve "tarih öğretiminde Osmanlı ağırlığını azaltmak"tan söz etmiyor muyduk? Ondan birkaç gün önce çocuklarımızı "Failatün Failatün Failün" ün yükünden kurtarmak gerekçesi arkasında Divan Edebiyatını didiklememiş miydik? "Fuzuli"yi fuzuli görenlerimiz az mıdır? "Osmanlıca" diye kaç Türkçe kelimeyi gömdük mezara? Sonuç olarak hem onun mirası üzerinde yurt tutmuş bizler, hem de onun hükümranlık alanına girmiş özellikle Müslüman kavimler Osmanlı'yı sağlıklı çözümleyememek gibi bir dertten mustaribiz. Ondan günümüze zenginlikler taşımak yerine onunla hesaplaşmayı tercih ediyoruz. Bunun neticesi de, her yerde sadece yıkım oluyor. Orda Ecyad Kalesi yıkımı, bizde ise manevi miras tahribatı... Al birini vur ötekine...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |