|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Mekke'deki Ecyad Kalesi ya da El-Ciyad Kalesi (Ecyad, Ciyad'ın çoğul halidir) üzerinde kopan fırtınaya, nedense bir türlü ısınamadım. Nedeni bu yazının içeriğinde… Suudi Arabistan'ın 'kültür haydutluğu'nun farkındayım. Üstelik, o ülkede rejime dehşetli bir tepki de duyuyorum. Üstelik, kimseler Suudi Arabistan'ın adını ağzına almazken, 11 Eylül sonrasında Ortadoğu'da asıl 'tepelenmesi gereken' rejimin Suudi rejimi olduğunu burada yazmıştım. Zaten New York'a yönelen vahşi terörist saldırının 19 failinin 15'inin Suudi vatandaşı olması, yeterince uyarıcıdır. Afganistan'a çöreklenen Taliban rejiminin, Güney Asya'nın şartlarında ürediği kadar, Suudi petrodolarlarıyla beslenerek boy attığına; Suudi rejiminin Taliban'dan daha 'bela' ve İslam'ın uluslararası imajını zedeleyen 'asıl etken' olduğuna yine burada değinmiştim. Suudi Arabistan, Osmanlı İmparatorluğu'nun hazin yıkılış döneminde, o çağın 'hegemon'u İngiltere'nin desteğiyle varoldu ve daha sonra İngiliz mirasını üstlenen Amerika ve üzerinde yüzdüğü 'petrol denizi' sayesinde 'dokunulmazlık' kazandı. Daha önce de yazmıştım; Ortadoğu'da adeta tarihi donduran ve bu arada (paradoksal biçimde) bölgeyi kan gölüne çevrilmesine yol aşan 'statüko'nun, 'Amerikan güvenlik şemsiyesi' altında korunan bir ayağı İsrail ise, diğer ayağı Suudi Arabistan'dır. Suudi Arabistan'ın kraliyet ailesi tarafından desteklenen resmi ideolojisi, bir tür 'İslami püritanizmi'ni ifade eden Vahabiliktir ve Vahabilik, Osmanlı yönetimine ayaklanarak 'tarihi serüveni'ne başlamıştır. Vahabiliğin, Güney Asya'daki yansıması İngiliz yönetimine karşı ortaya çıkan Deobandilik olmuştur. Birbirine akraba iki 'İslami püritanizmi'nin ürünlerinden biri Taliban'dır. Ve, her iki akım Orta Asya'nın Türki ve Tacik bölgelerine de, -büyük ölçüde Suudi petrodolarlarının desteğiyle- dalmış ve yayılmaya başlamıştır. Sadece o kadar mı? Suudi parası ve 'Vahabi uslubu' Bosna ve Kosova'ya 'tecavüz' halindedir. Sırp saldırılarının yıktığı Osmanlı camileri, Suudi parasıyla sözde onarılmakta ve Osmanlı kültür mirası yokedilmektedir. Bunun en çarpıcı örneği, Saraybosna'nın tarihi Gazi Hüsrev Bey Camii'dir (Boşnakca Begova Dzamija). Bu cami, aynı zamanda tüm Bosna'daki İslam eserlerinin simgesi sayılmaktadır. Bu camiin dış cephesini Sırplar tahrip etmişti. İçindeki paha biçilmez Osmanlı dekorunu ise, camiiyi restore etme bahanesiyle, Suudi Vahabiler tahrip etti. Suudilerin Balkanlar'dan Orta Asya'ya kadar yönelttiği 'taarruz' bir yandan Vahabiliğin, İslam'ın diğer her yönüne yok etmeye yönelirken; esas olarak, Osmanlı ve Türk kimliğine imha girişiminden başka bir şey değildir. Çok değil, bundan 10 yıldan daha kısa bir süre önce 'Adriyatik'ten Çin Seddi'ne' kadar alanda 'etkisini' ilan eden Türkiye, tam da bu alanda bir 'Suudi saldırısı'na hedef olmuştur ve uyumuştur. 'İrtica ile mücadele' ile 'Müslüman kimliğin korunması' arasındaki 'ince çizgiyi' tutturamayan bir ülkenin yapabileceği pek bir şey de herhalde yoktu. Suudi-Vahabi saldırısına, ancak 'Osmanlı mirasçısı' olmanın idraki ve buradan da kaynaklanan bir 'Müslüman kimlik' bilinciyle karşı konulabilirdi ama Türkiye'de 'irtica' ile 'Müslümanlık' uzun zamandan beri eşanlamlı anılageldiği için, Türkiye'nin böyle bir tarihi görevi becerebilmesi de neredeyse imkansızdı. Bu yüzden, Türkiye'nin Ecyad Kalesi tahribatına karşı UNESCO'ya şikayetinden ötürü aklına gelen bir şey de olamadı. Bu arada, Suudi rejiminin kendi yönetimi altındaki topraklardaki 'sabıkası', Ecyad Kalesi ile sınırlı da değil. Suudi hükümeti, Medine'de İslam'ın ilk dönemlerinden kalma yedi camiin dördünü tahrip etmiş. Hz. Muhammed'in yüzüğünün düştüğü kuyuyu, Bir el-Khatem (Yüzük Kuyusu) çimentoyla kaplatmış. İslam tarihinin Uhud Savaşı'nın cereyan ettiği alanı, otoparka çevirmiş. Yani, Ecyad Kalesi, Suudilerin özellikle Türkiye'ye karşı bir tavrından ziyade, çarpık zihniyetlerinin bir başka örneği. Kaldı ki, Cidde kaynaklı Arab News'e göre, Mekkelilerin kalenin yıkılmasına karşı çıkmalarından ötürü buldozerler faaliyetlerini durdurmuşlar. Ayrıca, eğer biri kalkıp başta İstanbul, Türkiye'deki Osmanlı eserlerinin ne durumda olduğunun, birçoğunun nasıl kendi halinde yıkılmaya ve çökmeye bırakıldığının, birçoğunun zaten tahrip edilmiş olduğunun envanterini çıkarırsa, Kültür Bakanlığı'nın yüzü kızarır. Ecyad Kalesi üzerinde kopan ve odağına Suudi Arabistan'ın yerleştirildiği tartışma, ortaya Türkiye'de yıllardır alttan alta beslenen bir 'çirkin yüzü' de çıkarttı: Arap düşmanlığı… Irkçılık kokan biçimde Araplarla alay, Türklerin Arapları sevmediği, Arapların kötülüğü vs. medya sayfalarını ve internet sitelerini kaplar oldu. Bu, 11 Eylül'den sonra, dünyanın kimi köşelerinde uyanan 'Haçlı ruhu'na denk düşüyor. Ama bunun Araplarla yüzyıllarca aynı tarihi paylaşmış bir ülkeden yükselebilmesi çok acı. Araplar, bugün, içinde bulundukları sıkıntılı, travmatik ve küresel değişimle başetmekte zorlandıkları duruma rağmen, insanlık tarihine çok büyük ve önemli katkılar yapmış büyük bir ulustur. Matematik, cebir, logaritma, trigonometri, tıp, tarih, sosyoloji ve felsefe gibi alanlarda ölümsüz isimler yetiştirmişlerdir. El-Khavarizmi'den Razi'ye, İbn Rüşt'ten İbn Haldun'a, Arapların insanlık tarihine vurdukları 'altın damga', Batı Aydınlanması'ndan çok önce dünyayı ışıldatmış, hatta Batı Rönesansı'na zemin hazırlamıştır. Anti-Arap Türk ırkçılığının, Ecyad Kalesi vesilesiyle ortaya çıkması, dikkate değerdir ve tiksinti vericidir. Suudi Arabistan'a karşı en etkili mücadele yolu, 'patronu' yani Amerika üzerinden geçer. Türkiye, 'örnek bir İslam ülkesi' olmak istiyorsa Vahabiliğe karşı uluslararası seferberliğe girişmeli ve 'stratejik partneri' olarak Washington'un önüne 'Suudi dosyası'nı koymalıdır. Ayrıca, İslam Konferansı Örgütü'nü, Suudi Arabistan'ın etkisini kıracak bir 'platform' olarak tasarlamalıdır. Ancak, bütün bunları becerebilmek için, öncelikle kendisinin İslam ile 'barışık' olması gerekecek…
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |