AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin yoksunluğu: 'nazarîyât' (II)

Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin kattettiği yol, bugüne değin herhangibir şekilde metafizik/nazarî düşünme sapağına ulaşamadı. Bu düşüncenin ilgilendiği konular arasında Hak ve Hakk'ın zatı ve sıfatları ya sadece sosyal, siyasî veya iktisadî bağlamlarda sözkonusu edildi ya da "Kim, ne diyor?" kabilinden körlerin fili tarifi gibi bütünlükten yoksun nokta atışlarıyla zaten varolan zihin karışıklığı ve kavram kargaşası iyice artırıldı. Nazarî meseleler karşısında Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin mümessilleri son yarım asırdır ideolojik tafralarla kem-küm edip durdular ve dil-düşünce-varlık üzerine kendileri düşünmek yerine egemen düşünce yapılarını inançlarına adapte etmeyi bir düşünme faaliyeti sandılar. Çünkü 'egemen' olanı 'evrensel' olanla karıştırdılar. Dil-Düşünce-Varlık üzerine katlanmadılar, dili, düşünceyi, varlığı kendilerinden hareketle bizzat görmeyi, bilmeyi denemediler. Müslümanca düşünme, tam da bu yüzden, varlığı bütünüyle seyredebileceği o muhkem tepeye bir daha yerleşemedi; sadece eteklerinden göz atıp durdu.

Acaba düşüncelerini 'İslâmî' kılan şey neydi? Hangi nedenle bu düşünme 'İslâmî' vasfını alıyordu? Zaman zaman bu konuları tartıştılar ve fakat şu soruyu hiç sormadılar:

— Çağdaş İslâm Düşüncesini —'çağdaşlığı' ve 'islâmîliği' bir yana— bizatihi düşünce kılan şey nedir? Evet, ne yapıldığı takdirde İslâmiyet ('İslâm' değil İslâmiyet, yanî İslâm'a dair her ne varsa) 'düşünme'yle irtibata sokulmuş olur?

Çağdaş İslâm Düşüncesi terkibinin 'çağdaş' ve 'İslâm' sıfatları zaman zaman ve üstünkörü tartışıldı, fakat 'düşünce' tarafı, yani çağdaş olmakla, İslâmî olmakla nitelenen tarafı hiç ama hiç tartışılmadı. Düşünce'yi çağdaş kılan, İslâmî kılan nitelikler üzerine konuşuldu ve fakat 'çağdaş' ve 'İslâmî' olanın hangi çabadan ötürü 'düşünce' vasfına liyakat kesbedeceği önemsenmedi. Kadın hakları, insan hakları, demokrasi, vs. üzerine konuşmanın, bilimsel, teknolojik gelişmelerle üstünkörü irtibatlar kurmanın adı çağdaşlıktı. Bu zevzekliğin kenarına biraz ayet ve hadis iliştirmekle de İslâm sıfatı ortaya çıkıyor, böylelikle hem çağdaş, hem de İslâmî olan güya yanyana gelmiş sayılıyordu. Buraya kadar iyi güzel de, sormak gerekmez mi: Bu faaliyetler 'düşünme' îdadına girme hak ve salahiyetini nereden alıyor? Hangi sebepten ötürü bu sözcükler bir düşünme eyleminin zarfı olabiliyor? Evet, hangi hakla bu nitelikler kendisine yüklenebilecekleri bir düşünme faaliyetini daha baştan ele geçirmiş sayılıyorlar?!?

İslâm bir dindir ve her din gibi İslâm'ın da bir akidesi (inanç ilkeleri) vardır. Bu akidenin değişmez esasları ulûhiyet, nübüvvet ve mead'dır. Müslümanlar bu akideye icmalen ve tahkike ihtiyaç duymadan da inanmakla mükelleftirler; çünkü din adına bütün yapıp ettikleri (a'mal-i saliha) bu akide'ye istinad eder, etmek zorundadır. Ancak "Allah vardır" veya "Allah birdir" demek yetmez, eğer muhatablarınız "Hangi anlamda vardır veya hangi anlamda birdir?" diye sorarlarsa, onları lugate havale etmekle yetinemezsiniz; var'ın ve bir'in hesabını da vermek zorundasınız. Yani "Var nedir?", "Bir nedir?" şeklindeki sorular gayet meşrûdur ve ciddiyetlerine uygun cevapları hak etmektedirler. İslâm Kelâm ve Felsefesi işte bu ve benzeri sorulara verilen cevaplarla varoldu, cevap verebildiği için varoldu. İşin acı tarafı, bugün bizler bir cevap veremediğimiz gibi, bizden önce verilmiş cevapların ne olduğunu da bilmiyor veya anlamıyoruz. Çünkü bizler bu soruları unuttuk! Bu soruları "İslâm'da niçin el kesme cezası var?", "İslâm'la demokrasi uyuşur mu?", "Müslümanlar iktidar olurlarsa bizi kesecekler mi?", "İslâm'da hak ve özgürlüklerin sınırları nelerdir?" gibi aptalca soruları ciddiye alıp bu sorulara cevap yetiştirmeye çalışanları 'düşünüyor' addettik. Sosyal, siyasî ve iktisadî sorunları, hayatın gerçeği kabul edip bu gerçekliği gerçekte 'gerçek' kılanı, 'hakikat' haline getireni, bütün cevaplara meşruiyet kazandıran temel tasavvuru ihmal ettik, "ihmal etmek" ne kelime, üstelik edepsizce "Eski âlimlerin boş zamanı çokmuş" bahanesiyle bunları bile bile tarihin karanlıklarında yaşamaya terkettik. Gün geldi, baktık ki asıl terkolunan bizmişiz!

Tasavvufu bir "aşk mesleki" olmaktan ibaret görenlere ve "Tasavvuf kal değil, hâl meslekidir" demeyi marifet sayanlara ise diyeceğim şu: Bu aşk ve hâl, mücerred bir duygunun, duygulanımın mahsulü değil, köklü bir tefekkürün, hakikî bir irfanın, sadece bilmekten değil, tanımaktan da kaynaklanan sahici bir nazarın mahsulüdür. Tanımak (irfan) bilmenin (ilmin) karşıtı değildir; bilakis onun fevkindedir. Siz bu yolun büyüklerini seyr-i sülukun başındaki dervişlerle karıştırıyorsunuz. Öyle ki gözlerinizi sahnede kendinden geçmiş bir halde dönen semazene (zâhir'e) dikiyor ve fakat onu o hale sokanı, yani kendisini perde arkasında saklayan nazar-ı hakikî'yi (bâtın'ı) hiç ama hiç görmüyorsunuz. Dolayısıyla tasavvufun sadece amel tarafına, müridânın dilinde gezen aşk ve hâl edebiyatına değil, asıl nazar cihetine bakmayı denemeli, Efendimizin (s.a) Kur'an'da yer alan duasını vird-i zeban eylemelisiniz: "Rabbim ilmimi artır!"

Velî sadece ama sadece nazarını saklayamazmış! Lâkin sakın siz bazı safdiller gibi buradaki nazarı zahirine atfetmek hatasını işlemeyiniz! Biliniz ki nazara nazar edilir!

NOT: "Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları" dergisinin düzenlediği felsefe konuşmaları vesilesiyle varlıktan dilini, dilden varlığını dilemek için yarın akşam saat 19:00'da Tarık Zafer Tunaya'da olacağız. Hikmet dostlarına duyurulur.


2 Kasım 2003
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED