|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Arapça 'ilim' kavramının Türkçe'de iki karşılığı vardır: bilmek ve bilgi. Arapça'da ilim deyince öncelikle kastedilen ya bilmek ya da bilgidir. İlki kelimenin 'masdar' (ilm), ikincisi ise 'ism-i masdar' (el-ilm) mânâsıdır. 'el-İlm' teriminin iki karşıtı olduğunu dikkate almayanların hata yapmaları kaçınılmaz. Bu nedenle önce bu lugavî karşıtların neler olduğuna bakmalıyız: a) cehl, b) zann. 'Cehl' kısaca 'bilgisizlik' demektir. 'Zann' ise "kesin olmayan bilgi" anlamına gelir. O halde ilmi, cehlin karşıtı olarak kullanırsak 'bilgi', zannın karşıtı olarak kullanırsak "kesin bilgi" mânâsını kastetmiş oluruz. Türkçe'de 'bilgi' sözcüğü tek başına kullanıldığında "âmiyâne bilgi" (halkın bilgisi) ve fakat "kesin bilgi" şeklinde nitelenmiş olarak kullanıldığında "bilimsel bilgi"den sözediliyor demektir ki bugün "bilgi-bilim" ayrımının kökleri, her ne kadar kullananlar ayırdına varmamış olsalar bile, bu gizli temele istinad eder. Düşünme bu topraklarda henüz yola düşmediği için ortada herhangibir temellendirme yok ve fakat herhalukârda kazılması, aranıp bulunması gereken bir temel var. Nitekim böylelikle temel gösterildi, temellendirmenin ise sadece imkânlarına işaret edildi. [Türkçe'de ilim'in bilim'e dönüşünün hikâyesi fevkalâde trajiktir. Oysa bu dönüşümün karşıtlarıyla taraftarları aynı yerdeler. Kendilerine yerlerini (!) göstermek için ışığın tamamen sönmesi beklenmelidir.] Zannın karşıtı olarak kullanılan "kesin bilgi" anlamında ilmin —siz bundan böyle 'bilim' de diyebilirsiniz— âmiyanê bilgi'ye nisbetle kesinlik kazandığına yukarıda işaret edilmişti. Halbuki bu kavramı 'tanımak' anlamına gelen irfan veya marifet'in karşısına yerleştirmeyi denerseniz, sözcüğün gösterdiği kavram, hemen —hem de hiç vakit kaybetmeden— zanna inkilab eder. Bilmek 'tanımak' karşısında ezilir, büzülür, bütün kesinliğini kaybeder. Öyle ki irfan karşısında ilmin o bütün haşmeti yok olur. Niçin? Çünkü tanımak bütünü görmek demektir, bilmek ise kesin olsun olmasın bir şeyi sadece bir yönüyle bilmek demektir. Bilimadamları bütünü görmezler, onu tanıyamazlar; kesinliğiyle övündükleri bilgileri, bir şeyin sadece bir yönüne aittir, künhüne değil! Halk nesnelerin —eskilerin deyişiyle— avârız-ı şahsiyesini bilirken, bilginler avârız-ı zatiyesini bilirler; yani bildikleri her iki takdirde de arazlardan (görüntülerden) ibarettir. Peki ya zatı, şeyin kendisini bilmek? İrfan işte burada bilenin bildiği şeyle müttehid olmasını gerektirir. Tanıyan ile tanınan bir ve aynıdır. Ortada 'tanıyan' ve 'tanınan' diye bir ikilik yoktur ki tanınan'da tanıyan'a mahsus bir 'tanıma' sıfatının oluşmasından sözedebilelim. Arif de, maruf da, marifet de müttehiddir. O halde bundan böyle 'ilim' (bilmek) sözcüğü bir kenara bırakılıp 'irfan' veya 'marifet' (tanımak) sözcüğünün eşliğinde yola devam edilmek zorunda. [Yola çıktıklarını düşünenler yola devam etsinler; düşünmenin yola çıkmasını arzulayanlar ise düşünmeye omuz vermekle yetinip onunla yola çıkmayı beklesinler!]
Bir sinek bir kartalı kaldurup urdu yire!
Yunus'un bu beytinde geçen kartalı hiç tereddüt etmeden 'kesin bilgi' anlamındaki 'ilim' kavramıyla eşleştirebiliriz. Sineğin payına düşen ise irfandır! Bu toprakların, kemâline tanıklık ettiği düşünce mirasına biraz olsun âşina olanlar, sanırım, bir sineğin [bilge'nin] nice kartalı [bilgin'i] kaldırıp kaldırıp yere vurduğunu —görmemiş olsalar bile— işitmişlerdir. Sözü uzatmayalım ve söylememiz gerekeni bir çırpıda söyleyelim: Düşünce'yi düşünce kılan cihet 'ilim' değil, bilakis işbu 'irfan'dır! Bu anlamıyla irfan, kesin bilgi anlamındaki 'ilm'in kesinliğini üstlenmiş ve tabiatıyla 'tanımak', dolayımsızlığı (öznellik) sebebiyle "dolayımlı bilmek" (nesnellik) anlamı taşıyan ilmin üstüne yerleşmiştir. İlim objektif (nesnel), irfan ise subjektif, yani özneldir. Modern bilimin 'nesnellik' tafralarından etkilenen bugünkü nesillerin nesnelliği ister istemez "kesinlik, güvenilirlik" gibi müsbet anlam daireleri içerisinde algılayacağını, buna mukabil öznelliği ise izafî, güvenilmez, göreceli, şahsî kanaat gibi menfi sıfatlarla anacağını bilmez değilim. Oysa bile bile söylüyorum: Nesnel olan güvenilmez, buna mukabil asıl öznel olan güvenilir, kesin ve zaruridir. Nesne "ne ise ne" suretinde bilinemez. Bilemediğini modern bilim de ifade ediyor. Öznel ise "öze ait" olmak bakımından insanın iç tecrübesinin mahsulüdür ve kesindir. Bütünlük nesnede (karşımızda duran, karşımıza aldığımız şeyde) değil, özde (insanın özünde, kendisinde, kendisiyle kaim olduğumuz şeyde) görülebilir bir keyfiyettir. İlim (bilmek), tanımı gereği başkasını bilmektir; irfan (tanımak) ise kendini bilmek. İlki cüziyâtın (parçaların), ikincisi ise külliyâtın (bütünün) bilgisiydi ve bu yüzden ilim kendini tümevarım yoluyla, irfan ise tümdengelim yoluyla tanımladı. Nazariyâtını bu bedihiyât üzerinden inşâ etti. Öyle ya, kendini tanımayanlar, başkalarını bilseler ne olur? (İlim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen...) Hikmet tarihinin ciddiye alınması gereken en önemli teklifi şudur: "Kendini bil/tanı!" Kendini bilmek, kendini tanımak demektir, irfan ve marifet demektir; yani bütünü görmek demektir! İslâm Düşüncesi hem ilmi, hem de irfanı kapsayan manzumenin adıydı. Nazariyâtı hem tanımanın, hem de bilmenin nazariyâtı idi. Çağdaş İslâm Düşüncesi ise değil bütünün, parçaların bilgisini bile kendisine mesele edinmedi. Bu yüzden ilmi de, irfanı da yitirdi. Demek ki Çağdaş İslam Düşüncesi'nin çağdaşlığından da, islâmîliğinden de kuşku duyulabilir ama nazariyât yoksunu olduğundan asla kuşku duyulamaz!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |