|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Irak, İran, Kuzey Kore veya Pakistan'a, niçin nükleer veya kimyevî silah geliştirdikleri sorulabilir, fakat ABD, İsrail, Rusya veya Fransa'ya sorulamaz.
Çağdaş demokrasilerin büyük zaafı, sadece güçsüzlere hesap sorabilme yeteneği olan bir adalet sistemine sahip olmalarıdır. Bu, millî devletler dahilinde böyle olduğu gibi, devletlerarası sistemin işleyişinde de böyledir. Irak, İran, Kuzey Kore veya Pakistan'a niçin nükleer veya kimyevî silah geliştirdikleri sorulabilir, fakat ABD, İsrail, Rusya veya Fransa'ya sorulamaz. Bazıları, bu adaletsizliğin sadece devletlerarası sistem için geçerli olduğunu, "gelişmiş" ülkelerde herkese hesap sorulabildiğini ileri sürerler. Oysa millî devletler gerçekten "demokratik" olabilseydi, onların oluşturduğu dünya sistemi de ileri ölçüde demokratik olabilirdi. Küçük alem büyüğü yansıtır, büyük alem küçüğü. Demokratik yönelişi bastırmak, millî devletin ve millî devletler sisteminin tabiatından gelmektedir. Üniversitede ticaret hukuku hocamız (Fadullah Cerrahoğlu) şahısların devlet aleyhine açtıkları davaların genellikle devlet lehine sonuçlandığını anlattığı zaman, bazı arkadaşlar itiraz etmiş, Danıştayın sadece haklı davaları devlet lehine sonuçlandırdığını ileri sürmüşlerdi. Hocanın örneği müthişti: 1970 yılında devalüasyon olmuş, dolar 9 liradan 15 liraya yükseltilmişti. Bu karardan altı ay önce, ithal bedellerini 9 liralık kur üzerinden Merkez Bankası'na yatırmış olan ithalatçılar, transferlerin yapılabilmesi için dolar başına 6 liralık ilave yatırmak zorunda kalmışlardı. Su götürmez biçimde haklı olmalarına rağmen, ithalatçılar haksız bulunmuş, devlet paçayı kurtarmıştı. "Nasıl olur Hocam?" diye şaşkınlığını dile getiren bir öğrenciye, hocanın cevabı yıllarca hatırlanacaktı: "Ablanı öpen kadı ise, şikâyetin beyhudedir!" Saygısız ve dalkavuk aydın Türkiye'de karanlık yoğunlaştıkça, 'aydın'lık tartışması kızışıyor. Her okur-yazara aydın denemeyeceğine göre, bu tuhaf yaratığın alamet-i farikası ne? Galiba cesaret. Cesur olmayan, haksız güce muhalefet edemez. Haksızlığa başkaldırmayana, aydın denemez. Aydın, örgütlü toplum kesimlerine karşı, örgütsüz kalabalığın vicdanıdır. Çehov, köylüler dünyanın her yanında köylüdür, diyordu. Aynı şeyi aydınlar için de pekâla söyleyebiliriz: Aydınlar, dünyanın her yanında aynı işe yararlar. Yaramadıkları zaman, aydın değil, dalkavuk olurlar. Adlarının önündeki 'sosyalist' veya 'İslamcı' sıfatı gerçek kişiliklerini gizlese bile! Mümtaz Turhan, 45 yıl önce şöyle diyordu: "Milletler arasında kültür ve medeniyet farklarını doğuran, onların halk tabakaları değil, münevver zümreleridir. Hakikatte, Türk halkıyla diğer medenî milletlerin halk tabakaları arasında bilgi bakımından büyük bir farkın bulunmamasına mukabil, Türk münevverleriyle (bazı istisnalara rağmen) Garp münevverleri arasında uçurumlar kadar derin farklar vardır. Binaenaleyh Türkiye'nin geri kalışının sebebi, halkının cehaleti değil, münevverlerinin gerek keyfiyet, gerek kemiyet bakımından kifayetsiz oluşudur." Turhan'ın tesbitini sadece teknik yönüyle ele alamayız. Türk aydınının keyfiyet ve kemiyet bakımından yetersizliği, Batılı aydından daha az donanımlı olmasıyla sınırlı, hatta onunla alakalı değildir. Bilgi bakımından sayısız Batılı aydını cebinden çıkaran aydınlarımız vardır. Mesele, "duruş yanlışlığı" diye tanımlayabileceğimiz bir karakter zaafıdır. Aydın nihayette bir düğüm-çözücüdür. Neyin düğüm olduğuna iktidar sahipleri karar veriyor ve aydın etiketi taşıyanları bu işe memur kılıyorlarsa, aydınlar aydınlığa değil, karanlığa hizmet ediyorlardır. Mümtaz Turhan devam ediyor: "Garp memleketlerinde münevverler, halkın sahip olduğu millî karakter vasıflarını terketmek şöyle dursun, onları en mükemmel bir şekilde geliştirilmiş olarak kazanırlar. Onun için ona her sahada liderlik edecek vaziyettedirler. Bunun neticesi olarak halkın münevvere itimadı tamdır. Bir Fransız muharririn müşahedesine göre, Birinci Dünya Harbinde İngiliz askerleri iyi terbiye görmüş, yüksek tabakaya mensup bir subay verilmedikçe hücuma geçmekten çekinirlermiş." Tahlilin anahtar kelimesi: İTİMAT. Halkın, aydın tabakaya itimadı yoksa, istikbale dair ümitler gerçekleşemez. Ne halkın ümidi, ne aydınların ümidi. Aydınlar, halk nezdinde itibar kazanabildikleri ölçüde "seçkin" olurlar. Seçkinlik bilgi veya malumatfuruşlukla değil, halkın güvenine liyakatle elde edilir. Eğitim sistemi buna müsait olmayan hiçbir ülkede aydın yetişmez. Bugün üniversiteleri kışlaya çevirmek isteyen; halk sevgisi yerine halk korkusuyla hareket edenler, yanaşmacı zihniyetin ürünleridir. Amaçları halkı eğitmek değil, sindirmektir. Mümtaz Turhan bunu yıllar önce tesbit etmiş seçkin bilim adamlarımızdandı: "Bizde tahsil sistemi, bilgi diye verdiği bazı malûmat kırıntılarına mukabil en bariz millî karakter vasıflarını tahrip eder: Verimsiz de olsa halk çalışkandır, münevver tembelliği öğrenir; halk şayanı hayret derecede bedenî mukavemete sahiptir, münevver daha tahsili esnasında yumuşar, sonraları mukavemetini büsbütün kaybeder. Halk kanaatkâr, ağırbaşlı, vakur ve hürmetkârdır. Münevver açgözlü, lâübali, şarlatan, ya saygısız veya dalkavuk olur. Halk umumiyetle dindar ve manevî kıymetlere hâlâ bağlıdır; münevver ise ne dindar ne de dinsiz fakat çok iptidaî, dar ve çok fena tarzda materyalist olmuştur. Bu mukayeseyi daima münevverin büyük bir ekseriyetinin aleyhinde olmak üzere, istediğiniz kadar uzatabilirsiniz." (Garplılaşmanın Neresindeyiz, İstanbul: Yağmur, 1967 [1958], s. 86.) Haksızlıkları düzeltmeye talip olmayanlar, halkın da böyle bir talebinin olmadığını söylemekle, sadece haksız güç odaklarına hizmet etmiş olurlar. Hem saygısız, hem dalkavuk. HİKAYE
Gazneli Mahmud bütün gece şarap içmiş ve sabah şarabını da nûş eylemiş idi. Sultanın sipehsâları Ali Nüviştekin dahi bu mecliste hazır bulunarak bütün gece içmiş ve hiç uyumamıştı. Güneş kuşluk zamanına geldikte, başı döndü, ifrat şaraptan rahatsızlık hissederek hanesine gitmek üzere izin istedi. Sultan: "Aydın günde bu hal ile gitmek doğru değildir. İkindi namazına kadar burada istirahat et. O zaman ayık olarak gidersin. Zira, muhtesib seni bu halde görürse, hâd vurur. Şeref ve haysiyetin haleldar olur. Benim kalbim bundan rencide olur, ama birşey söyleyemem" dedi. Ali Nüviştekin elli bin adamın sipehsâları ve zamanının şecî ve mübariz nâmdarı idi. Muhtesibin böyle bir harekette bulunacağını hatırından geçirmedi. Yüreği daraldı ve seraskerliği tuttu: "Elbet giderim" dedi. Ve hizmetkârlarından mürekkep âzîm bir alay ile ata binip hanesine teveccüh etti. Muhtesib yolda ona rast gelerek, böyle sarhoş görünce, atından indirip bîmahaba elile anı döğdü. O derecede ki, Ali Nüviştekin toprağı dişledi. Askerleri bu hali görmekle beraber hiç kimse bir söz söyleyemedi. O muhtesib hidemat-ı medîdesi sebketmiş bir Türk hâdim idi. Ertesi gün Ali Nüviştekin sırtını açıp pare pare olduğunu Sultana gösterdi. Mahmud güldü ve "Bir daha sarhoş olarak evden dışarı çıkmamak üzere tevbe et" dedi. Bu meseli nakleden Nizamülmülk, sözü şöyle bağlıyor: Tertib-i mülk ve kavaid-i siyaset muhkem olursa, adalet işi zikrettiğimiz veçhile tatbik edilir. Modernlerin kavaid-i siyasetleri muhkem değil. Çünkü adalet arayışında samimi değiller. Çünkü sadece güçsüzleri hesaba çekmek istiyorlar. (Hamiş: İsmail Kara, muhtesibi seraskerin yoluna çıkarıp ona dayak attıranın bizzat Sultan Mahmud olduğunu iddia etmektedir ki, üzerinde derin düşünmek lazımdır!)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |