|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Her bakımdan sıkıcı bir ülke... Bir yıl öncesine kadar Los Angeles'da yaşayan bir arkadaşım anlatmıştı; "Artık Amerika yok. İnsanları güvensiz. Yöneticileri hasta. Bir zamanlar dünyaya örnek gösterilen demokrasileri her yanından su alıyor; tipik bir polis devleti haline geldi... Müslüman azınlıklar her fırsatta taciz ediliyor. Türklere de pek iyi gözle bakılmıyor. Nereye gitsek, potansiyel terörist muamelesi görüyoruz..." Hele, 11 Eylül'den sonra hayat, daha da çekilmez hale gelmiş. O da, "Ne uğraşacağım bu manyaklarla?" deyip, tası-tarağı topladığı gibi doooğru Türkiye'ye... Sadece azınlıklar mı? Öz Amerikan vatandaşları da rahatsız. 11 Eylül'den sonra, Amerikan kamuoyunu güvenlik paranoyasına sokan geniş katılımlı bir anket yapılmıştı, hatırlayacaksınız. İki soru sorulmuştu: Özgürlük mü, güvenlik mi? Amerikan vatandaşları "güvenliği" tercih ettiler. Arkasından bir dizi yasa çıktı. Devlet isterse (ki, bunu devlet istiyordu), her telefonu dinleyecek, her e-posta mesajını denetleyecek. Bundan böyle her türlü gönderi (mektup, telgraf, davetiye, koli, paket, ıvır zıvır) FBI'ın denetiminden geçtikten sonra sahiplerine ulaştırılacak. Yasa Kongre'den geçti ve yürürlüğe girdi. Arkasından tartışmalar başladı. Amerika Birleşik Devletleri, yoksa, kendisini vareden değerlerden yüzgeri edip, otoritarizme mi yöneliyordu; özgürlük artık hayal miydi, falan filan... Amerikan entelektüeli, bu yasaların ciddi bir hak ihlali olduğunu savunuyordu. Doğruydu. Çünkü ülke, güvenlik paranoyasıyla gözü dönmüş bir avuç kovboyun işgaline uğramıştı ve nerede duracakları belli değildi. Üstelik, sadece Amerikalılar'ın değil, dünyanın da huzurunu kaçırmaya devam ediyorlardı. Önce Afganistan'ı işgal ettiler. Sonra, Birleşmiş Milletler'in muhalefetine rağmen, Irak'a girdiler. Suriye ve İran'ı halletmek için de "uygun zaman" kolluyorlar. Sırada, hiç şüpheniz olmasın, Türkiye var. Çünkü Amerika Türkiye'den, daha doğrusu Türkiye'deki demokrasiden rahatsız. Bunu, eski ABD Büyükelçisi Mark Parris de itiraf etmişti: "İkinci tezkere onaylansaydı da, ABD'nin Türkiye'ye ilişkin tutumu değişmeyecekti..." Şunu demek istiyordu Parris: "Türk hükümeti, Washington ve Crawford Texas'tan gelen emirleri dinlemek yerine, demokratik mekanizmaları işleterek, 'halkın peşine düşmeyi' tercih ediyor ve Amerikan açısından sıkıntı yaratacak bir tablo ortaya çıkıyor... Bugüne kadar, Türkiye'den istediğimiz herşeyi elde ettik ve hiçbir Türk hükümeti taleplerimizi parlamentoya taşımadı. Biz, önümüze parlamento kararlarını çıkaracak bir hükümetle değil, gerçekten 'liderlik yapacak kadrolarla' çalışmak istiyoruz." Bu da şu demek: "ABD Türkiye'yle ilgili yeni kararlar alma arefesinde; sonuç birçoğunuzun hoşuna gitmeyecek belki, ama, ilişkiler, yakın bir gelecekte 'öngörülen' çerçeveye oturtulacak..." Nitekim, Abromowitz de son zamanlarda, hükümetin "halkını peşine düştüğünü", bunun ABD-Türkiye ilişkileri açısından "kabul edilemez bir durum" olduğunu söylemiyor muydu? Demek ki, tezkere geçseydi de, Ankara-Washington ilişkilerinde bir daralma yaşanacaktı ve bunun mihverini Türkiye'deki demokrasi oluşturacaktı... Kuzey Irak'taki "baskın rezaleti"ni bir de bu bilgiler ışığında değerlendirin isterseniz; "öngörülen çerçeve"nin ne olduğu belki de bu olayda gizlidir...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |