|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
İnsan iki yetisi sayesinde 'düşünen' ve 'eyleyen' vasıflarını kazanır: "kuvve-i âkile" (düşünme yetisi) ve "kuvve-i âmile" (eyleme yetisi). Bu iki temel yeti, elbette insanın özü itibariyle "hayvan-ı nâtık" (düşünen/konuşan canlı) olmasıyla alâkalıdır. İnsan 'hayvan' (hayat sahibi/canlı) olduğu için eyleyebilir, 'âmil'dir; 'nâtık' olduğu için de düşünebilir, 'âkil'dir. Bütün bilimleri ihtiva etmesi bakımından klasik felsefe'nin 'nazarî' (teorik) ve 'amelî' (pratik) olarak ikiye ayrılmasının asıl sebebi de budur. Çünkü insan'ın bilmek istediği konular ya onun eylemlerinin ürünüdür ya da değildir. 1) Bir olgu veya nesne insanın eylemleri aracılığıyla varolmuşssa, insan eylemleriyle alâkalıysa, o olgu ve nesneler "hikmet-i ameliye"nin (pratik felsefenin) konusunu teşkil ederler. Meselâ Hukuk, İktisad, Siyaset, Ahlâk bilimleri ve bu bilimlerin dalları, insanın 'eyleyen' niteliği olmasaydı, bir bilme tarzı olarak varolamazlardı. Kabaca söylenildikde, insan yönettiği ve yönetildiği için Siyaset, muamelâtta bulunduğu için İktisad, eylemlerinden haklar doğduğu için Hukuk, bütün bu davranışları iyi veya kötü olabileceği için Ahlâk bilimleri vardır. Tarih ve Edebiyat dahi insanın yapıp etmelerinin bilgisinden ibaret değil midir? 2) Bir olgu veya nesne insanın eylemleri aracılığıyla varolmamışsa, yani insan eylemlerinden bağımsızsa, bu tür olgu ve nesneler "hikmet-i nazariye"nin (teorik felsefenin) konusunu teşkil ederler. Meselâ Mantık, Fizik (Kimya, Botanik, Zooloji, Tıb, Psikoloji), Matematik (Aritmetik, Geometri, Astronomi, Müzik) ve Metafizik bilimleri ve dalları da böyledir; zira bu bilimlerin konuları insanın eylemleriyle varolmamıştır. İnsan kendisini hem doğanın, hem de kendisinin karşısında hazır bulur; tabiatıyla bilmek ve açıklamak ister. Bu nedenle doğa ve insanın özü, ister istemez seyr'in, temaşa'nın, nazar'ın önüne düşer. İmdi, demek ki 'düşünen' ve 'eyleyen' canlı olarak insanın bu yetilerini kullanması ve dolayısıyla bu yetilerini kullanabilmesi için de küçük yaşlardan itibaren yetiştirilmesi, yani bir eğitim ve öğretime tâbi tutulması gerekir. Dikkat edilecek olursa, burada şu iki terimi bilerek kullanıyoruz: 'eğitim' (terbiye) ve 'öğretim' (talim). Her iki terim de 'maarif' (marifet) teriminin altında yer alırlar. Çünkü insanın bilgi (marifet) sahibi olması, gördüğü terbiye ve talim miktarıncadır. Bugün (bedenen) terbiye gören çocuğa 'öğrenci'; (zihnen) talim gören gence ise 'talebe' diyoruz ki Batı dillerinde de en başından beri bu ayrım aynen vardır. (Meselâ Almanca'da 'Schüler' ve 'Student'). Eğitimde öğrenci pasif, öğretimde ise talebe aktiftir; zira "düşünen ve eyleyen canlı" olmak itibariyle insanın eyleyen tarafının eğitilmesi (terbiye), düşünen tarafının ise öğretime tâbi tutulması (talim) gerekir. Düşünme yetilerinin öğretime elverişli olmadığı yaşlarda çocuklar eğitimden geçerler ve bu eğitimi alıp uygun yaşa geldiklerinde ise bizzat öğretim faaliyetlerine dahil olurlar. İlkinin konusu bedenî, ikincisinin konusu ise ruhî/zihnî yetilerdir. Eğitim (terbiye) görmek demek, "iyi davranış alışkanlıkları kazanmak" anlamına gelir. Terbiyesiz kişi," iyi davranış alışkanlıkları kazanmamış kişi" demektir. Bu alışkanlıkların kazandırılması sırasında öğrenci pasiftir; sadece yapması gerekir; niçin yapması gerektiğini bilmesi lâzım gelmez. Öğretim gören talebe ise, artık aklî yetileri elverişli hâle geldiği için, yapmaktan çok niçin yaptığını, yani eylemlerinin nedenlerini öğrenmek durumundadır. Aktif olması, sorumluluk alacak yaşta olmasındandır. Adı üstünde 'talebe'dir; bilgiyi taleb edendir. Bu vasıfla muttasıf olmasının sebebi de budur zaten. Terbiye aile içindeki bireyden başlayıp okula ve çevreye (topluma) doğru genişler; talim ise çevreden (toplumdan) merkeze (bireye) doğru daralarak ilerler; zira terbiye genel, talim ise özeldir. İnsanın insanla münasebetleri 'terbiye', insanın doğayla münasebetleri ise 'talim' dairesinde olgunlaşır. Demek ki terbiye olmaksızın, talim de olmaz; olsa bile bir yararı bulunmaz! Bizim toplumumuzun ilim ve talim faaliyetleri, yıllarca âdâb ve terbiye faaliyetleri ekseninde yürümüş; doğa tasavvurumuz da şimdiki gibi Batı'nın değil, bizzat kendi insan ve toplum tasavvurumuz tarafından belirlenmiştir. Hiç merak etmiyor musunuz, bu eğitim-öğretim süreci asırlar boyunca nasıl işlemiş? Yaşayanlar şimdi yoklar, bilenlerin çoğu hayatta değiller, geçmişimizi öğrenmek konusundaki azmimizi ise neredeyse kaybetmiş durumdayız. Ne var ki bu topraklardan, bu toprağın insanlarından ümit kesmeye hakkımız yok! Aramızdan hâlâ birileri çıkıyor ve hafızalarımızı tazeleyip ayaklarımızı yere basmamız için ellerinden geleni yapmayı ihmal etmiyorlar. Nitekim İsmail Kara ile Ali Birinci tarafından geçenlerde yayımlanan "Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri" (Dergâh Yayınları) adlı eser, bizlere ümitlerimizi korumakta ne denli isabet ettiğimi gösteriyor. Kütüphanelerimizde, eğitim-öğretim tarihimizin ilk safhasını bu denli geniş bir biçimde ve o süreçten geçmiş ünlü tanıkların dilinden misâlleriyle aktaran/açıklayan ikinci bir eser daha bulunmuyor. Bu nedenledir ki eğitimcilerimizin bizzat okumaları ve okutmaları gereken, ailelerimizin ise nereden gelip nereye gittiklerini görmek için sayfaları arasına dalmaları lâzım gelen bu eseri yarın biraz daha genişçe tanıtacağız. Tanıtacağız; zira biz bir zamanlar bize benzerdik!
|
|
![]() |
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi |
© ALL RIGHTS RESERVED |