|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
Türkiye'nin dış politikasının iki temel ekseni, ABD ve AB ilişkileri yaşanan sallantılardan sonra görece de olsa yeniden rayına oturmaya yüz tuttu. Erdoğan'ın ABD gezisi iki ülke arasındaki gerginlik havasını bertaraf etmeye, ilişkileri doğrudan ve birinci el temaslarla yenilemeye yönelikti. Bu gezi ana hatlarıyla hedefine ulaştı. Bir kere taraflar birbirlerinin farklılıklarını kabul eder noktaya geldiler. Bu nedenle Suriye ve Türkiye'deki ABD karşıtlığı gibi konular etrafında daha çok Türk ve ABD basınında koparılan yaygarayı pek ciddiye almamak gerekiyor. Bunlar daha çok Bush hükümetinde yer alan şahinlerin ve onların Türkiye karşılıklarının yan çabalarını andırıyor. Suriye konusu elbette iki ülke arasında bir sorun alanı... ABD'nin Suriye'ye yönelik tam tecrit politikasıyla Türkiye'nin komşu bir ülkede ve kritik bir bölgede demokratik değişimin zamanla ve ikna yoluyla gerçekleşmesine yönelik bir tavrı arasında bir fark var. Ancak bu farklılığın esastan çok yönteme ilişkin olduğunu vurgulamak gerek. Vurgulanması gereken ikinci nokta ise Bush'un bölge politikalarında en azından yöntem açısından ortaya çıkan bir değişiklik ve bu değişikliğin ABD-Türkiye ilişkilerini hem genel olarak hem Suriye açısından olumlu yönde etkiler hale gelmesidir. ABD'de öğretim üyeliği yapan Ömer Taşpınar, bir makalesinde bu değişimi isabetli bir şekilde şöyle özetliyor: "Irak'ta bugün Amerika'nın yaşamaya devam ettiği sıkıntılar, askeri alternatifin sorunlarını göstermek açısından öğretici oldu. Bugün gelinen noktada, Suriye ve İran'da askeri müdahale sonucu demokratikleşmenin imkânsızlığı Bush yönetimince kavrandı. Washington'da artık en ateşli yeni-muhafazakârlar bile Ortadoğu'da zorla rejim değiştirmekten söz edemiyor. Bu durumda bütün ümitler, Büyük Ortadoğu Projesi'nin yaratacağı ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın sonunda gelecek olan demokratikleştirme sürecine bağlanmış durumda. Yani önce sosyal ve ekonomik kalkınma, sonra demokrasi anlayışı hâkim. İşte bu kapsamda yapılan İslam dünyası ve demokrasi tartışmalarında Türkiye ABD için yepyeni, Soğuk Savaş döneminde sahip olmadığı bir önem elde etti. Bu yükselen profil, Türkiye'nin modernizasyon teorisinin uzun süre en başarılı örneği sayılması ve daha önemlisi, Müslüman nüfuslu bir ülke olmasından kaynaklanıyordu. Böylece, 11 Eylül sonrası Amerika'nın dış politika tarihinde Türkiye ilk kez nerede olduğu için değil, ne olduğu için önemsenmeye başlandı. Yani Türkiye artık jeostratejik anlamda değil, siyasal ve medeniyetsel kimliği açısından da önem ve değer kazanıyordu." Bu çerçevede Erdoğan hükümetinin ABD'yle olan ilişkilerinde tüm sorunları aşamamış olsa da, bundan 5-6 ay öncesine oranla önemli bir dinginlik halini yakaladığı ve kriz görünümünü ortadan kaldırdığı söylenebilir. Benzer bir analiz Türkiye-AB ilişkileri için de yapılabilir. Bu ilişkiler özellikle Fransa'da ve Hollanda'da yapılan referandumlarda anayasaya red oyu çıkmasından sonra bir "soru işareti"yle karşımıza çıkmıştı. Bu soru işareti elbette varlığını sürdürüyor ve uzun süre sürdürecektir. AB'nin izlediği güzergah ve benimsediği model sekteye uğramış, genişleme süreci tartışılır hale gelmiştir. Bununla birlikte krizin patlamasından sonra yapılan ilk zirvede, 16-17 Haziran AB Dışişleri Bakanları toplantısında 17 Aralık'ta alınan kararlar teyit edilmiş ve genişleme politikasının sürdürüleceği belirtilmiştir. Türkiye'nin bu koşullarda 3 Ekim'de müzakerelere başlamasının önünde siyasi engel kalmamıştır. Teknik engel ise yeni AB üyelerini Gümrük Birliği Anlaşması'ndan faydalandıracak ek protokole AB'nin onay vermesiyle önemli ölçüde aşılmıştır. Türkiye'nin onayından sonra tümüyle ortadan kalkacaktır... Uluslararası alandaki geçici ve kritik dengeler içinde Türkiye'nin yeniden sağlıklı sayılabilecek bir zemin yakaladığı açıktır. Umarız iç ve dış girdiler bu yeni pozisyonu bozmaz...
|
|
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |