AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
Güz günü

Şehir bulutların gölgesi altında. Güneş dağlardaki karı parlatıyor. Sonbahar yapraklarındaki renk zenginliği, ilkbahar yapraklarınınkinden kat kat üstün gibi. (Önce, 'ilkbahar yapraklarından' yazmıştım, sonra değiştirmek, düzeltmek gereğini duydum. Buna gerçekten gerek var mıydı?)

Yaprakların ölüşüm süreçlerinin oluşum süreçlerine göre daha çeşitli ve farklı oluşu, doğumların benzerliğine karşılık ölümlerin benzemezliğiyle ilişkilendirilebilir mi? Hemen her olaydan, durumdan, olgudan bir ders, bir ibret, bir bilgelik çıkarmak; o olayı, o durumu, o olguyu tadına vara vara yaşamayı engellemez mi? (Aslında, bu son cümleyi de parantez içine almayı düşünmüştüm ama, bir okuyucunun "gereksiz parantez kullanıyorsunuz" eleştirisini hatırlayıp vazgeçtim: Okuyucu, yazarı ne ölçüde etkiler? Dur, sapabilirsin!)

Pencerenin önünde durup dışarıya, aşağıya bakmaya devam ediyorum: Ağaçların altlarında yeşilden sarıya, sarıdan kahverengiye, kahverengiden kızıla yapraklar… Diplerde kat kat, neredeyse yığınlar oluşturacak; kenarlara doğru sere serpe seyrelerek…

Belleğin yüzüne usulca çıkıveriyor bir kelime: Gazel! (Tezlikle usulluk çelişmiyor işte birbiriyle.)

Gazeller ağaçların diplerinden toplanıp çuvallara doldurulurdu. Doldurmak değildi o, basmaktı, evet; gazeller ağaçların diplerinden toplanıp çuvallara basılırdı. Sonra o gazeller ocağa yakın bir yere boşaltılır ya da çuvallar içinde bekletilirdi. Gazel, ocağın asıl yakıtı olacak kadar güçlü ve dayanıklı değildi ama odunun, çalının çırpının yanında yardımcı bir yakıt olarak işe yarardı. Çamaşır yıkanacaksa, su dolu kazanın veya geniş leğenin altına, şebit (yufka) eğlenecekse sacın altına sürülürdü gazeller yansın diye. Kurumuşları çabucak ve çıtır çıtır yanardı, alevleri temiz, parlak ve dumansız denecek derecede az dumanlı olurdu da, yaş veya yeterince kurumamış olan gazeller, güçlükle ve cızır cızır tutuşup yanmaya çalışır, biraz sonra buharlaşacak sıvılar ve geniz yakıcı dumanlar çıkarırdı.

Alevler nasıl bir renk yelpazesi (skalası?) oluşturuyorsa, dumanlar ve kokular da benzer bir çeşitlilik oluştururdu. Kavak yaprakları nasıl kokardı? Nasıl tüterdi meşenin (biz ona 'pelit' derdik sahi!) yaprakları? Elma, armut, erik, dut, kayısı, kiraz ağaçlarının yaprakları… Ve elbette üzümlerin, asmaların o geniş yaprakları…

Ocağın içinde yanan yaprakları arada bir ölçermek gerekirdi. Ölçermek? Evet, o işin adı ölçermek idi sanırım. Maşa ile, -ekmek yapılıyorsa, belki pişirgeç ile- üstü yanmakta olan gazel yığını, hafifçe kaldırılır, alttaki yaprakların tutuşup yanması kolaylaştırılır idi.

Ölçermek'i düşünürken, bayramda gördüğüm çocuklardan birinin 'kazan'ı "Hani Nasreddin Hoca'nınki doğurmuştu!" diye hatırlatmama rağmen hatırlayamayışını hatırladım. Çocuk, diyorsam, ilköğretim altıncı sınıfta okuyan koskoca bir çocuk! Yine bayram ziyaretleri sırasında bir öğretmen, geçen ramazanda uzun uzun anlattığı "mahya"yı bu ramazanda öğrencilerinin hatırlayamayışlarından yakındı.

Ne olacak-tı bu memleketin hâli? Bu sorunun cevabı, tamamen değilse de büyük ölçüde bizim ne olacağımıza, ne edeceğimize, ne eyleyeceğimize bağlı değil mi?

Hafif bir esinti, kaç yaprağı birden düşürdü dalından, bak!


8 Kasım 2005
Salı
 
İBRAHİM KARDEŞ


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED