T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 2 AĞUSTOS 2006 ÇARŞAMBA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Kürşat BUMİN

Satır başları-2 (Lübnan)

-İsrail'in doğrudan ABD desteği ve diğer büyüklerin utangaç ve utanmaz kayıtsızlığı altında Lübnan'a bomba yağdırmasından söz ediyorduk... Hizbullah'ın kan ve gözyaşına boğulan Lübnan'da sadece Şiilerin bir "partisi" olmaktan çıkıp giderek ülkenin "vatanseverler cephesinin" lideri olmaya başladığını da hatırlatmıştık. Kendileri de farkındadır mutlaka; İsrail Lübnan'ın üzerine bomba yağdırdıkça bu "cephe" ve bu "liderlik" daha da güçleniyor.

- Peki o zaman soralım: Hizbullah'ın giderek güçlenen bu liderliği, nasıl olsa bir biçimde gündeme gelecek olan "ateşkes"ten sonraki dönem için sorunun çözümü için neler vaadediyor? Bugün İsrail'e karşı tek başına Lübnan'ı savunabilen ve bu açıdan farklı kesimlerden büyük destek gören bu "parti" ülkenin ve bölgenin geleceği söz konusu olduğunda nasıl bir kimlik kazanacak, nasıl bir rol üstlenecek? Daha da önemlisi sahici bir "parti" gibi davranarak nasıl bir siyaset geliştirecek?

- Dünkü yazımın sonunda bir yazına atıfta bulunduğum yazar (Percy Kemp), Seyid Hasan Nasrullah'ın şahsında Hizbullah'dan çok umutlu. Yazar önce "kostüm-kravatlı, yani bana benzeyen bir adam" olarak tasvir ettiği İsrail Başbakanı'nın İsrail Meclisi'nde yaptığı konuşmayı değerlendiriyor: Televizyon ekranında karşısında bulduğu Başbakan, son derece sinirli ve yapmacık bir tonda bağırıp çağırmakta ve seçmenlerinin en ilkel içgüdülerine seslenmeye çalışmaktadır. "Retoriğin" bütün hilelerini kullanmaktadır. Oysa biraz sonra ekrana gelen türbanlı-sakallı kişi ("bana hiç benzemeyen adam" diyor) sanki Platon'un Gorgias'ının kapağını biraz önce kapatmış gibi bilgece konuşmaktadır. Kullandığı dil son derece dengelidir. Sesini hiç yükseltmemekte, şeylerden adıyla söz etmekte ve düşmanlarına heyecanlarını bastırmalarını ve sadece akıllarını dinlemeyi tavsiye etmektedir. Yazar yaptığı bu karşılaştırmayı şöyle kavramsallaştırmaktadır: İsrail Başbakanı "retoriğin" esiriyken, Nasrullah, "diyalektik"e hakimiyetini sergilemektedir.

- Bugüne kadar başka tek bir satırını okumadığım yazar manzarayı çok güzel özetliyor: İsrail Başbakanı'nın bir "Arap Reis" gibi, bir Arap milisinin lideri ise benzer durumlarda nasıl davranacağını bilen Batılı bir yönetici gibi davranmaktadır. Yani Batı, Sokrates'ten beri kendisini karakterize eden "diyalektik"i Arap dünyasına terkederken kendisini "retorik"e vurmuştur...

- Percy Kemp, Sokrates'e atıfta bulunarak bir "retorik" tanımı da veriyor: "Diyalektik"ten farklı olarak "retorik", ancak, kamuoyunun cahil olması şartıyla etkilidir. Diktatörlerin (Arap hükümdarlar da içinde olmak) yerlerini muhafaza etmek için başvurdukları disiplin retoriktir, diyalektik değil. Ve yazar başlıyor Afganistan'ın işgalinden bugünün Lübnan'ına kadar "retoriğin" ülke yöneticilerinin işine nasıl kolaylaştırdığını sıralamaya...

- Bu çerçevede Nasrullah'ın konuşmasının "diyalektik" bulunması gerçekten dikkat çekici ve ilginç. Yazar "bir adaletsizliğe bir başka adaletsizlik ile cevap vermesi"nden ("acımasız" olmasından) hareketle Nasrullah'ı da "affedilir" konumda görmüyor; ama herşeye rağmen onun konuşması muhatabının "aklına hitap etmesi" ve olan bitenin rasyonel bir açıklaması olmak bakımından "diyalektik"tir.

- Peki neden? Meseleyi "retoriğe" boğmadan hakikat arayışı (diyalektik) Batı uygarlığının öncülleri arasındayken nasıl oldu da bu disiplin yer değiştirmekte, yani Batı'dan kopup bir Arap milis liderinin konuşmasına taşınmaktadır? Yazarın bu sorusuna cevabı şöyle: Liberal demokrasimiz artık "diyalektik"e yer vermeyen "popülist demokrasiye" dönüşmüştür. Demagojiye dönüşmüş "retorik"in hüküm sürdüğü "popülist demokrasi"de lider ve kitleler arasında elitleri devre dışında bırakan doğrudan bir ilişki kuruluyor ve "güvenlik ve korku" bu dünyada en çok satan mal haline geliyor.

- Yazarın bu gözlemlerinden çıkardığı sonuç da ilginç: Gerçekten "diyalektik" bir söylemin öncüllerini "paradoksal olarak" belki de artık Doğu'da aramak gerekmektedir.

- İşte, Michel Foucault'nun -sonradan çok eleştirilen- "İran İslam Devrimi"ni selamlaması-övmesi meselesi de tam burada araya giriyor...

- Toparlayacak olursak: Özetlemeye çalıştığım yazı gerçekten ilginç... Ama ben yine de yazarın birkaç kere atıfta bulunduğu Sokrates'e kulak vererek "Çizilen bu tablo doğru mu?" diye sormak isterim... Bana sorarsanız, "diyalektik"in Batı'yı barakıp Doğu'ya göç ettiği yolundaki tespitler biraz fazla aceleye getirilmiştir, derim. Batılı bir yazarın Batı'nın sergilediği ikiyüzlülük karşısında artık daha fazla dayanamayıp Nasrullah'ı bir "diyalektik ustası" olarak sunması, hiç değilse "öteki" sorunsalından dolayı tabii ki beğenilmesi (hatta belki alkışlanması) gereken bir girişimdir. Ancak ben yine de "acele etmeyelim" derim... Sadece Doğu değil, Batı söz konusu olduğunda da bu kadar acele etmeyelim...

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi