T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
| Y A Z A R L A R | 22 HAZİRAN 2006 PERŞEMBE | ||
|
|
Dünya kupası maçlarını zevkle seyrediyoruz. Her maç sırasında, zihnimizden, hızlı tren gibi, ister istemez geçen bir düşünce var: Şu kupada biz de olsaydık! Şarkıdaki gibi... Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım... Yokuz. Ne gemide, ne kupada. Açık denizlere yol almak, kısmetse gelecek bahara.
Kendi ülkemiz kupada yer almayınca, karşımıza gelen iki takımdan birini tutuyoruz. Ancak öyle çıkıyor maçların tadı. Hakem gibi tarafsız gözle seyredemiyoruz. Ve gariptir, hangi takımı tutsak yeniliyor. Belki de garip değil; izahı mümkün. Zayıf olanı tutma eğilimi var içimizde; maçları anlatan sunucuların aksine. Sömüren ülkeye karşı, sömürge olan ülkenin takımını tutarız. Din kardeşiyiz der, destekleriz. Daha fazla emperyalist olana karşı, daha az emperyalist olan takıma yakınlık duyarız. Zengin ülke ile oynayan fakir ülke takımının kazanmasını isteriz. Fakat netice değişmez. Kimi tutsak kaybeder. Hâlbuki öyle olacağı daha baştan bellidir. Zayıfın güçlü karşısında pek şansı yoktur.
Kupa maçlarında görev alan güvenlik elemanlarına acıyarak bakıyorum. Adamlar sahanın içindeler ama sırtları oyuna dönük görev yapıyorlar. Yüzleri seyircilere bakıyor. Bazılarının karşısında büyük ekranlar bulunuyor fakat maçı oradan takip etmeleri de meslekî ahlâk açısından münasip değil. Çünkü seyircileri gözlemeleri gerekiyor. Taşkınlık olmasın, bir tatsızlık çıkmasın diye tribünleri taramakla görevliler. Arkası yeşil sahaya dönük olarak görev yapan polisler ve özel güvenlik görevlileri, acaba evlerine gidince banttan seyreder mi maçları? Arada bir başını çevirip göz ucuyla kaçamak bakmaları görev ihlali sayılır mı? Zor meslekler var hayatta. Elinde bal tutup, parmağını yalayamamak gibi bir durum onlarınki. Tabii futbolla ilgilenmeyenler için hiçbir mesele yok. Elinde alçı tutan parmağını yalamak istemez.
Rakip takımın oyuncuları ikide bir atak yapıyorlar 'bizimkilerin' kalesine doğru. Birinde kaleci kurtarıyor, birinde savunma oyuncuları topu uzaklaştırıyor fakat ataklar bitmek bilmiyor. Yine saldırıyorlar. Çünkü "tehlikeyi uzaklaştırmak" denen hadise, belayı baştan defetmek için, topa rasgele vurmak ve uzağa göndermekten ibaret değildir. Kaleden uzaklaşsın da nereye giderse gitsin düşüncesiyle vurulan top, yine rakip takımın oyuncularının ayağına düşer. Böylece yeni bir atak başlatmak için fırsat bulmuş olur onlar da. Topu o şekilde uzaklaştırmak, rakibe pas vermek yerine geçer. O yüzden atak üstüne atak gelir. Kaleci topu ne kadar uzağa atarsa, top o ölçüde hızlı döner. Yapılması gereken, topu planlı uzaklaştırmak ve aynı zamanda karşı kaleye doğru ilerlemek olmalıdır. Ve bu durum, sadece futbol için geçerli değildir. Başka sahalarda da aynı şekilde planlı programlı davranmak mecburiyeti hissedenler başarıya doğru ilerler. Anlatabiliyor muyum?
|
![]()
![]()
| |||||||||||||||||
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
| Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |