|
T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
| Y A Z A R L A R | 1 MART 2006 ÇARŞAMBA | ||
|
|
Daha düne kadar, taksi şoförleri hakkında iyi düşüncelere sahip biriydim. Ekmek parası uğruna, günde on iki saat direksiyon salladıkları için, yaptıkları hataları hoş görme taraftarıydım. Yolda giderken birden bire orta yerde durup yolcu almalarına, kenara yanaşmadan yolcu indirmelerine fazla kızamıyordum. Araçları boşken aheste, doluyken de yıldırım gibi giderek trafik düzenini alt üst etmelerini bile makul karşılıyordum. Tabii taksiye müşteri gibi binerek, şoförün cebindeki günlük kazanca göz diken ve üç kuruş için onları direksiyon başında öldüren canilere lânet okuyordum. Bugün okumayı bıraktım. İşte buraya yazıyorum, artık hiçbir taksici benden iyi niyet beklemesin.
Bu noktaya nasıl geldiğimi anlatayım... Sabah evden çıkmış yürüyordum. Birkaç günlüğüne Moskova'ya gitmiş olan Mustafa Karaalioğlu geziden döndüğünde, beni bir de kravatlı görsün diye, evvelce İtalya'dan hediye getirdiği kravatı takmıştım. Takmaz olaydım. Karşı taraftan gelen bir taksi, yoldaki su birikintisine hızlıca daldı ve sonrasını tahmin edersiniz. Çukurdaki bütün su beni baştan ayağa ıslattı. Hâlbuki yolun genişliği müsaitti. Yağmur suyu dolu çukurdan geçmesi şart değildi. Göre göre üzerine sürmesi ve hınzırca sırıtması tepemin tasını attırdı.
Yollardaki çukurları bilirsiniz, öyle sıradan çukur değil. Biraz daha büyüğüne gölet diyorlar. İçine mandalar giriyor, çamur keyfi yapıyorlar. Bahsettiğim çukura manda değilse yavrusu sığabilir. Üstümü çamurla sıvayan taksi hızla uzaklaşırken plakasını almak aklıma geldi. Ne yazık ki geç kalmıştım. Sadece "34 T" ile başladığını ve renginin sarı olduğunu görebildim.
Eve dönüp kıyafetimi değiştirdim, kravatı da çıkardım. İşte bu sebeple artık taksiciler hakkında iyi düşünemiyorum. Bundan sonra ben de yağmurlu havada direksiyon başındayken taksici kollayacağım. Arabasından inip kenardaki bir büfeye para bozdurmaya yahut bir şey almaya giden taksici görürsem ne yapacağımı biliyorum. Çukura denk getirme konusunda bir sıkıntımız yok nasılsa. O konuyla ilgilenen görevliler var harıl harıl çalışan. Yeter ki hava yağışlı olsun. Siz istediğiniz kadar birinin kabahatini bütün taksicilere yüklemek olmaz diye geçirin içinizden. Bir gün çamur banyosuna maruz kalırsanız o zaman görüşürüz. Kemik ile sümük karışırmış Herkesin çok sevdiği Raymond'u, Bayan Buş'un da seyrettiği umutsuz ev kadınlarının maceralarını, alt yazılı film ve dizileri seyrediyoruz. Hastane dizilerinin de polisiyenin de meraklısı çok. Yabancı belgeselleri kaçırmıyoruz. Saatimiz İsviçre'den, telefonumuz Danimarka'dan. Tırnak makasımız Kore malı, minik makasımız Çin. Bilgisayarımız da Uzakdoğulu.
HSBC'den kredi kartımız varken bir tane de Fortis'ten geldi. Arabamız Alman, anahtarımız İngiliz, pizzamız İtalyan. Fotoğraf makinemiz Japon. Sigorta şirketimiz İsviçre'den. Fransız şarkılarına, Rus romanlarına bayılıyoruz. Filmlerde öncelik Amerika'da. Ciğerimiz Arnavut ciğeri, tavuğumuz Çerkez tavuğu. Salata üzerinde Ruslar ile Amerikalılar arasında sıkı bir rekabet var. Kahve Yemen'den gelir, bülbül çemenden. Tarımda kullanılan tohumlar İsrail'den. Silahlarımızın tamamı yabancı.
Dışarıdan satın aldıklarımız kadar olmasa da bizim de dünyanın her yerine sattığımız ürünlerimiz var. Yurt dışında çalışan milyonlarca vatandaşımız var. Kimisi işçi, kimisi patron. Mühendis, doktor, bilim adamı vs. Uçaklar, gemiler, trenler dolu gidiyor, dolu geliyor. Türkiye'de yabancı doktor çalıştırılması gündeme gelince, birileri hemen itiraz etti. Arada dalga geçmeye çalışanlar da çıktı.
İyi de kardeşim yabancının her şeyi gelecek, bir tek doktoru mu gelemeyecek? Yabancı banka, yabancı araba, yabancı kitap, dergi, film, yabancı sermaye, yabancı müzik ne ararsanız mevcut. Radyolarımız var ismiyle cismiyle yabancı. Aynı şekilde televizyon kanallarımız. Türkiye'de çalışan yabancı mühendis, öğretmen, bankacı, şirket yöneticisi gırla gidiyor. Sıra doktora gelince olmaz! Niye? Taşrada sıkıntı var, hastalar doktor bekliyor diyor Başbakan ve kimsenin rahatını bozup uzağa gitmek istemediğinden yakınıyor. Tayini çıkan üç gün sonra bir yo-lunu bulup İstanbul'a İzmir'e dönmeye çalışıyor ve bu kronikleşmiş bir problem. Ne yapacak Başbakan, gidip kendi mi bakacak hastalara? Dışarıdan gelecek hekimlere kapı açıyor, isteyen gelsin çalışsın diye. Dil problemi olur, hasta ile doktor anlaşamaz diyorlar. Sümükle kemik karışırmış. İş oraya kalsın tek.
Yıllardır "Doğu'da doktor yok" diye şikâyet edelim, bir çâre arandığı vakit de ânında karşı çıkalım. O halde sen bul bir hal çâresi. Bir teklif sun. De ki şöyle şöyle olsun. Yok. "Ne bir çözüm yolu teklif ederim, ne de senin bulduğunu beğenirim." Kusura bakmayın, buna kibarca, muhalefet etmiş olmak için muhalefet etmek deniyor. Kabaca ne dendiğini ben söylemesem daha iyi.
|
![]()
| ||||||||||||||
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
| Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |