T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
| Y A Z A R L A R | 17 MAYIS 2006 ÇARŞAMBA | ||
|
|
Ataerkil bir zihniyetin, merkeziyetçi bir siyasi yapının egemen olduğu bir düzende, "fikir ve çıkar" arasındaki ölümcül çelişki pek kolay aşılamıyor. Çıkarın, fikri araç haline getirmesinin önünde pek durulamıyor. Güç merkezlerinin fikir ittifaklarından değil, çıkar ittifaklarından oluşması kaçınılmaz oluyor. Türk siyasal sistemi, Osmanlı'dan bu yana bu ölümcül çelişkinin içinde debelenip durur. Sorun gücün tanımıyla, güce yönelik beklentiyle ilgilidir, aslında. Gücün değiştiren değil; kollayan, devlette yığılı nemaları nimet halinde dağıtan tasavvuruyla ilgilidir. Belki bunun içindir ki, Türkiye'de çok partili düzen, gerçek anlamda "çoğulcu" bir yapıyı gündeme getirmemiş, bu nemaları yeni gruplara dağıtan "ara bayiler"in sayısının artmasından, yani siyasi partilerin "çoklaşması"ndan ibaret kalmıştır. Mesele, devletin toplum tasavvuruyla, toplumda yarattığı beklentiyle ve siyasete hareket kabiliyeti son derece sınırlı, değiştirme gücü yok denecek kadar az, dar bir alan bırakmasıyla yakından ilgilidir. Nedenler az çok belli... Belki sonuçlar daha önemli. Önemli çünkü, bu ölümcül çelişkinin en önemli sonucu, bu ülkede siyaset ve siyasetçinin "cemaat anlayışı"ndan "toplum anlayışı"na hala geçememiş olmasıdır. Başka bir deyişle kim ne derse desin, bu ülkede siyasetçinin toplum tasavvuru yoktur. Yani, tüm toplulukları farklılıklarıyla ele alan, onların ortak paydasından, etkileşiminden hareketle tanımladığı bir tasavvur söz konusu değildir. Bunu, yeknesak ve muğlak bir bütünü ifade eden "millet" kavramıyla ya da farklı olanı yok sayan "milli irade" kavramıyla ikame eder siyaset ve siyasetçi... Cemaatçi siyaset ise; köylü, kentli, sermayedar, İslamcı, Kürt, laik belli bir grubun kendi yaşam alanını diğer gruplar aleyhine genişletilmesi üzerine, ilkeyi değil, gücü merkeze alan bir algı üzerine kuruludur. Yaşam alanının genişletilmesi üzerine oturan politikalar, gücünü kaçınılmaz olarak, bir yandan cemaatin kendi iç yapısından diğer yandan bu cemaate aktarılacak imkan ve kaynakları denetleyen devletten alır. Sistemin özü, yapısıyla hiç bir şekilde ilgili olmayan; tersine onu olduğu gibi koruyup kendisine yontmaya çalışan kalkınmacı, devletçi, popülist siyasi söylemlerin, devlete endekslenen siyasi mücadelelerinin kökü de burada yatar. Ve sonuç olarak siyasi partilerin demokrasi arayışı, söylemi ne denli samimi olursa olsun, bu anlayışla sınırlı kalır. Siyasi parti ve aktörlerin mağdur duruma düştükleri an demokrasi söylemine sarılmalarında, bu söylemi devletle barışmak için, daha doğrusu iktidar ve çıkar mücadelesinde araç kullanmalarında olduğu gibi... Bugün ne Avrupa Birliği'nin getirdiği zorunluluklar, ne kamuoyunun izlediği farklı istikamet bu gerçeği değiştirmiyor; hatta kendisine yontuyor, kendisine benzetiyor. Bunun içindir ki, demokratikleşme yolundaki bazı adımlar gerçeklik ve meşruiyet kazanmıyor, kazanamıyor. Bilmek gerekir ki, meşruiyetini devletten alan popülist-milli iradeci söylemle sistem restorasyonu olmaz... Sistemi reforme etmeyi hedefleyen ve toplumsal bir konsensüsü kaçınılmaz kılan söylemin adresi toplumdur ve toplum tasavvurudur. Bu konuda önümüzde alınacak hayli yol var...
|
![]()
| ||||||||||||||||||
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
| Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |