T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 31 MAYIS 2006 ÇARŞAMBA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Mustafa KUTLU

Başkasının ölümü

Ölüm sanatın çok işlenmiş ve daima işlenecek konularından biridir. Yazar-şair kendi ölümünü hayal edip anlatacağı gibi, başkasının ölümünü de (ister gerçek ister hayal) anlatabilir.

Onun sözleri biz okurları uyarır, duygulandırır, düşündürür, harekete geçirir. Böyle bir hedefi var ise anlattığı hadiseye bizi dahil edecek unsurları yerleştirmesi lazımdır. Edebî metnin inandırıcı ve etkileyici olması esastır. Aksi taktirde kimse üzerinde durmaz, okumaz, yarıda bırakır vs. Bütün bunlar sanat eserinin iletişim yönüyle alakalıdır. İletişim için ortak bir dil gereklidir. Yazar-şairin kendine göre bir dili vardır ki, bu meselâ şiirde günlük dilden ayrılır, imgelerle güçlü kılınır. O zaman şair haklı olarak okurdan bir gayret bekler. Beni çöz, benim söylediklerimi duymaya çalış, aklından ziyade kalbine müracaat et. Bu okurun şiire kendisini açmasıyla nihayet bulacak bir süreçtir. Sürecin sonunda okur, gayretinin semeresini görür; önüne bambaşka bir ufuk, apayrı bir dünya açılır. Okur, okuduğu metinle zenginleşir, derinleşir, duyarlı hale gelir, yücelir.

Karşılıklı etkileşim en dipte okurla-yazar arasındaki "ortak dünya"nın varlığına delildir. Bu "ortak dünya" insanın hemcinsleri ile birarada yaşayan bir varlık olmasından kaynaklanır. Kültürler ve medeniyetler birarada yaşamanın sonuçlarıdır. Sözün ve yazının bir gücü varsa bu ortak geçmişten gelmektedir. Dil bu sebeple önemlidir; dili iyi kullanmak bu sebeple önemsenir.

Dile, anlama, konuya, hatta okura karşı olan yazarlar, şairler vardır. Bunların varlığı olağandır (insan kısım kısım, yer damar damar). Ancak niçin kitap yayımladıkları izaha muhtaçtır. Kendileri için ürettikleri metinler pekâla defterlerinde yazılı olarak durabilir. Ara-sıra açar, okur, gıdalanırlar. Paylaşmayı sevmiyor olabilirler, kendilerini anlayacak donanımda kişileri bulamadıklarından yakınabilirler. Zaten anlaşılmaz olmak, düğümlü kalmak, yalnızlığa mahkum edilmek biraz da bu işin raconudur.

O zaman başkasının ölümünde bir mâna aramak imkânsızlaşır. Yazar-şair pekâlâ "bana ne" diyebilir. Veya demez bunu, başkasının ölümünü alır bir estetik obje olarak kullanır. Ona trajedi, dram katar; esrarengiz boyutlara ulaştırır, merak uyandırır, fantazyaya boğar. Böylece bir "okur ilgisi" sağlanmış olur. Bu "okur ilgisi" gariptir. Metni fındık-fıstık yiyerek, eğlenerek, vakit geçirerek, bazan bitirerek bazan bitirmeyerek gözden geçirir. Metinden kendine geçen bir şey olmaz. Kitabı saklamaz bile, geçerken bir çöp tenekesine atıverir.

Oysa başkasının ölümü kendi ölümümüzden farklı değildir. Çünkü ne zaman, nerede, hangi şartlarda öleceğimizi bilemeyiz. Bir intihar tasarlasak bile bu her zaman mükemmel bir sonuca ulaşmayabilir. Ölürken "yazık" deriz; "Böyle mi olacaktı".

Aslında bu hayattaki diğer eylemlerimiz için de gereklidir. "Bu sünepe herifle evleneceğime beni ısrarla isteyen o çelimsiz doktorla evlenmiş olsaydım keşke" dediğimiz çoktur. İnsanoğlu kaderine müdahale edebileceği vehmini daima taşımıştır. İrade-i cüz'iye meselesi ehl-i sünnetin bulduğu bir ortayol'dur. Tartışmalara ikna edici bir yöntemle son vermiştir.

Ancak kalem ve kağıt yazarla şairin elindedir. Onlar kahramanlarını ister ağlatır ister güldürür. Mesele -tıpkı hayat gibi- burada da karmaşıktır. Çünkü sizi bir gölge gibi takip eden, nefesini ensenizden çekmeyen bir "okur" vardır (Veya içinizdeki okur: vicdan). Ondan yakanızı kurtaramazsınız. Ara sıra fısıltılarını duyarsınız: "Başkasının ölümüne niçin bigane kalıyorsun?" Başkaları açken, çıplakken, zulme uğrarken kuş tüyü yatakta gamsız bir uykuya dalabilir misiniz?

Sanat da, tıpkı hayat gibi sonunda gelir bir "ahlak problemi" olarak karşınıza dikilir.

Ahlak insan olmanın gereği hiçbir ferdin gözardı edemeyeceği bir meseledir. Ve tek bir kaynağı vardır: İlahî emir ve yasaklar.

Öte dünya olmaksızın, hesap günü olmaksızın bir ahlaktan bahsetmek mümkün değildir.

Mümkün diyenler benciller, safdiller, aldanışta olanlar, menfaatperestler, nefsine uyanlardır.

Dünyevî ahlak ve dünyevî kanun güçlülerin koyduğu kurallardır.

Güçsüzden yana olmak sadece insanın üzerinde bir güce teslim olmakla gerçekleşir.

Bu teslimiyet onurlu bir sanatın, erdemli bir hayatın menbaıdır. Bu kaynaktan beslenmeyenler, nasipsiz kalanlar, ne kendilerine ne de başkalarına bir şey veremezler. Taşların, ağaçların, hayvanların, suların, göklerin, toprağın bir hikmet-i vücudu vardır.

Kendi hikmet-i vücudunu kavrayamayan insan sanatçı olamaz

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi