T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 11 NİSAN 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Özlem ALBAYRAK

Kadının tutsaklığı

Berlin'den ödüllü iki kadın hikayesi vardı, festivalin bu yılki listesinde. Özgürlüğü, tutsaklığı, savaşı, vatanı anlatan, bitiş jeneriğinden sonra da süren filmler: İran'ın bol ödüllü yönetmeni Cafer Panahi'nin Ofsayt'ı ve ilk uzun metrajıyla izleyenlerde geleceğe kalacağı hissi bırakan Bosnalı yönetmen Jasmila Zbanic'in Grbavica'sı.

Saraybosna'da savaş sırasında tecavüze uğrayan yüzlerce kadından biri olan Esma'nın ve O'nun, babasını "şehit" zanneden liseli kızı Sara'nın hikayesi anlatılıyor Zbanic'in Grbavica'sında.

Saraybosna'nın, savaş zamanında bu tür olayların yoğun olarak yaşandığı Grbavica mahallesinden alıyor adını da. Yönetmenin kimilerince çok da yaratıcı bulunmayan, lafı eğip bükmeden 'olduğu gibi' anlattığı tarzına, derinlik hissini veren ise, Mirjana Karanoviç'in (Esma) film boyunca, travmanın, acının, çaresizliğin işaretlerinin kolaylıkla okunacağı hırpalanmış bir kartpostal gibi duran çehresi.

Doğruculuğu ve sadeliğiyle, savaş ganimeti haline getirilen kadınlardan birinin sıradan mağduriyeti olarak kalabilecekken, bu aynı anda onlarca ifadeyi gözünüzün önüne getiren çehre sayesinde, melodramla dram arasında sallanan ve nereye değse, hangi kalbe dokunsa, orayı yakan bir kor haline dönüşüyor Grbavica.

İnsana, baktığı anda tepetaklak içine yuvarlanacağı bir karanlığı seyre iten Esma, özgürlüğüne kavuşmuş kavuşmasına ama, mahalledeki yüzlerce benzeri gibi, dili açılamamış bir savaş mağduru. Teslim olmakla olmamanın hiçbir farkının kalmadığı bir yerden, söylemenin de, susmanın da anlamsızlaştığını haykıran bir isyan gibi. Derinden gelen, içten içe büyüyen bu isyan, gerçeği öğrendiğinde inkarı tercih ederek "benim babam bir şehit" diye ağlayan kızı da sarıyor.

Ta ki ana-kız birlikte, yaşadıklarına boyun eğmeyi öğrenene dek...

Cafer Panahi'nin Ofsayt'ı ise yine bir kadınlık halinden bahsediyor ama bu hal, Grbavica'daki gibi karamsar değil coşkulu, üzgün değil neşeli, umutsuz değil kararlı bir seyirlik sunuyor önünüze. Konu, İran'da stadyumlara alınmayan genç kadınların, milli maçın oynanacağı stada girmek için başvurduğu hilelerle açılıyor. Maça hasbelkader girenlerin, bir bir yakalanıp kısa süreli tutukluluk için atıldığı demir parmaklıklar ardındaki yaklaşık iki saatlik öfkeli, neşeli, durgun sohbetlerinden müteşekkil bir örgüyle gelişiyor. Vatan sevgisi çerçevesinde şekillenen senaryo, her türlü politikanın üstüne çıkan birlik beraberlik ruhunun cinsiyetsizliğinden sevimlilikle sözediyor.

Hikayede nedensiz kahkaha yaşlarını, ferahfeza çağlarını yaşayan kızların başlarındaki kapkara örtülere rağmen, içleri binbir rengin yenişmeye çalıştığı kıpırtılı bir denizi andırıyor. Maçı izlemek için, aslında kendileri gibi kapana kıstırılmış olan askerlere olmadık numaralar yapan muzip kızlar sonunda izleyemedikleri maçın kutlama kalabalıklarına karışıp gidiyor.

Ofsayt'ın liseli kızları bildik kıstaslara göre özgür değil, hatta hapis cezasındalar ama, kendini özgür hissedenlere has bir pervasızlık da var üzerlerinde. Hiçbiri sözünü sakınmıyor.

Teslimiyeti kabullenmeyen, isyanı teşvik eden ve bunun neşesini izleyenlere de savura savura ilerleyen Ofsayt, hele de Grbavica'dan sonra, tutsaklık ve özgürlük, isyan ve teslimiyet hakkında insanı bir kez daha düşünmeye sevkediyor.

Acıdan kullanılamaz hale gelmiş sözlerin, sınırsızca aşağılanmış bedenin, canlı canlı mezara gömülmüş ruhların özgürlüğü mü? Bedeni tutsakken sevimli, kaygısız ve hatta cilveli varlığını neşeli bir isyanla, çılgınca bir alayla ortaya koymanın tutsaklığı mı tercih edilmeli?

İnsanlık suçları işleyenler ve onlara kayıtsız kalan dünyanın "steril" insanlarının özgürlük söylemleri mi tercihe şayandır, yoksa kızlardan birini götürdüğü stadyumun erkekler tuvaletinde, genlerine nakşolmuş "kadını koruma içgüdüsü"yle genç kızı, malum "kapı arkası yazıları"ndan bile sakınmaya çalışan İran askerinin gözetimi altındaki tutsaklık hali mi?

Elbette bu ikisinin de üstünde, tarihin bugüne getirdiği tecrübelerden beslenen bir özgürlük tanımı mevcut.

Ama bu iki öyküyle sağlaması yapılamayacaksa bile, acaba özgürlüğe hangisinden başlanır?

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi