T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 NİSAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Dücane CÜNDİOĞLU

Hiç'in sâyesinde

— "Kimin baltası kırılırsa, baltayı hakikat taşına o vurmuş demektir."

Dünkü yazımızı, bu cümleyle sona erdirmiştik.

Artık tarihe mâl olmuş isimlerin herhangibir denetime tâbi tutulmamış yorumlarının sekametine, gözden geçirmeye vakit bulamadıkları için bakışaçılarında oluşan zaaflarına dikkat çekmek gibi sevimsiz bir işe soyunduğumuza göre, tedbiri elden bırakmamamız ve nezaketen bile olsa baltayı taşa vurup vurmadığımızı sorgulamamız gerekiyor.

Ne var ki derine, her defasında daha da derine kazmak isteyen hakikat arayıcısının, hakikat ile kendi arasında gerili perdeleri dikkate alması, muhabbet ve hürmet derecesi ne düzeyde olursa olsun, elindeki (peşin)yargıları gözden geçirip yargı sahipleriyle hesaplaşması kaçınılmazdır. Hamakat üreticisi bezirganlarına özgü "Putları kırıyoruz" yollu parlak lâflara prim vermeden de, edeb ve hürmet sınırlarını çiğnemeden de pekâlâ hakikatin toprağı kazılabilir.

Bu sırada —bütün iyi niyetimize rağmen— baltayı taşa vuruyor olmayalım?

Ne mahzuru var?

Hakikat, bizâtihi hakikat ise şayet, elimizdeki baltanın kırılmasından niye gocunalım? Kırılan baltalarımız olsun; çarptığımız da hakikatin kendisi! Aslâ bu teşebbüsümüzden zararlı çıkmayız. "Keşf-i kadim arzusunun bedeli" der, yeniden yola revan oluruz. Yok eğer taş kırılırsa, hakikat ile aramızda yer alan perdelerden birini daha aralayabildiğimiz için sevinir, kendilerini yine de hayırla yâd edip şevkle kazmaya devam ederiz.

Bu durumda, bizden önce aynı yolu yürüyen, hiç değilse aynı yolda yürümeye çalışan zekâların da ellerindeki baltayı taşa vurup vurmadıklarından emin olmamız gerekmez mi?

Gerekir. O halde gerek Necip Fazıl'ın, gerekse Cemil Meriç'in ellerinde de birer balta olduğunu söylemek zorundayız; üstelik onların da —tıpkı bizim gibi— derine, her defasında daha derine kazmak gibi bir gayretlerinin bulunduğunu varsaymak koşuluyla...

Ya onlar da baltayı taşa vurmuşlarsa?

Ya açık kılmaya çalışırlarken, kendileri de açık kılınacak olanın önünde bir perde haline gelmişlerse?

Ya onlar da o bütün gayretlerine, çabalarına, titizlenmelerine karşın, yine de insana mahsus düşünce alışkanlıklarının ve dahî hazır reçetelerin kolaycılığına kapılmışlarsa?

Yorumlarımızdaki keskinlik, gücünü her zaman bilgilerimizin kesinliğinden almaz! Aksine, cesaretimizin karşılıksız çeklerini, bilgisizliğimizden devşirdiğimiz güvene istinaden imzalarız.

Düşünce vâdisinde cehalet ile samimiyetin kolkola dolaşmaları, sadece sözün parlaklığını ve etkileyiciliğini artırır. Cahil ama samimi ya da samimi ama cahil... Ne var ki tüm çığlıkların sustuğu makamdır burası! Keşke... Ölgün gözlerde okunan bir tek sözcük vardır: Keşke... sesizce fısıldanan binlerce keşke...

Taraftar mekulesi, keşke demez, sızlanmanın her türlüsünden nefret eder. Taraftarlığın lûgatında keşke yoktur; aferinlerin, bravoların, hurraların gürültüsünde keşkeler boğulur. Çünkü taraftarlar baltayı taşa vuranların, umumiyetle başka mahallelerin sâkinleri arasından çıktığını kabul etmeye müheyyadırlar. Sabit doğrular... tartışmasız isimler... ve kınından sıyrılmış kılıçların (sloganların) gölgesinde yapılan cenkler... Taraftarlığın da bir nâmı, bir şânı var, değil mi?

Mübalağadaki belağat karşısında gözlerini faltaşı gibi açan taraftar mekulesinin havaya fırlattıkları konfetleri yerden toplamaya gerek yok... Eğlenmeleri için, onları çoluk çocuğa bırakmalı...

Kendi anlatımına göre Necip Fazıl tezini kendisine aktarınca, Abdulhakîm Arvasî hazretleri "en derinden dinleyip, en derinden doğrulamış"...

Yani: "Dikkatlice dinlemiş ve bir tek sözcük bile sarfetmeden anlamlı anlamlı başını sallamış..."

Hiç tereddüt etmeksizin "bir tek sözcük bile sarfetmeden..." diyoruz; zira sarfetmiş olsalardı, Necip Fazıl merhûm, değil Arvasî hazretlerinin sözünü, sözcüğünü bile tehâlükle kaydederdi.

"Anlamlı anlamlı başını sallamış" kaydı da kezâ aynı sebebe mebnî... Çünkü "en derinden doğruladılar" ifadesi, kişisel bir yorumun sonucu olmalı; zira bu kadar iddialı bir tezi Arvasî hazretleri sükûtla karşıladığı içindir ki mukabelesi sadece "en derinden doğruladılar" ifadesiyle aktarılabilmiş...

Necip Fazıl merhûmun tezini dinlediğinde, o velînin çehresinde îmalı bir tebessümün meydana geldiğini tahayyül etmekten bizi alıkoyacak ne var o pasajda?

Hiç!

İnanır mısınız, geçmişe sırf bu 'hiç' sayesinde huzurla bakabiliyorum.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi