T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 NİSAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Eyüp'te huzur dersleri

Modern hayat, hâlleşme tarzlarımızı dönüştürdü. Bilgiyi, münferiden arar olduk: tek başımıza, kılavuzsuz ve dostsuz. Makro kozmosa (evren) ve mikro kozmosa (insan) dair bilinmesi gereken her şeyi tek başımıza bilebilirdik! Bilgi dağarcığımız her gün genişledikçe, evrene ve insana dair sırlar azalacaktı. Böylece günün birinde her şeyi bilir (âlim-i küll) olacaktık.

Modernliğin hayalleri suya düştü. Evrene ve insana dair bilgimiz arttıkça, cehaletimiz de bir o kadar yoğunlaştı. Yeni astronom ve fizikçilere göre, evren ve maddeye dair her yeni bilgi, yeni ve daha geniş bir "bilgisizlik alanı" (zone of ignorance) oluşturuyor. Rene Guenon, niceliğin egemenliği bizi niteliğin egemenliğinden uzaklaştırır diyordu. Yeni bilim adamları, bizzat "niceliğin egemenliği"nin bir efsane, bir imkânsızlık olduğunu söylüyorlar.

Eyüp Belediyesi'nin yeniden ihya etmeye çalıştığı Huzur Dersleri'ne giderken yolda düşündüklerim bunlardı. Modern düşünme biçimi boyuna huzursuzluk doğuruyordu. Acaba Osmanlı sultanlarının çeşitli konularda bilgilenmek maksadıyla her yılın Ramazan ayında düzenledikleri ve devrin en seçkin bilginlerinin katılımıyla gerçekleştirilen oturumlara "Huzur Dersleri" denmesinde gizli bir hikmet var mıydı? (Dersler Sultanın huzurunda yapıldığından "Huzur-i Hümayûn Dersleri" diye anılıyordu. Yani buradaki huzur, padişahın önünde yapılmasına dairdi. Biz gene de iki huzur arasında bir 'gönül ilişkisi' tahayyül edebiliriz! Ayrıca, dersler 'huzur ayı' Ramazanda yapılmıyor muydu?)

İlginç olan, yeni huzur dersleri için seçilen ilk iki konuşmacının (Prof. E. Nazif Gürdoğan ve ben) iktisatçı olması yahut iktisadî meselelerle fazlasıyla uğraşıyor olmasıydı. Belli ki modern huzursuzluk büyük ölçüde iktisadî alanla ilintiliydi ve Yeni Huzur Dersleri öncelikle bu alana odaklanmalıydı. Arzularının pençesinde kıvranan insanoğlu için, sahip olduğu hiçbir şey artık "yeterlilik" hissi vermiyor. Berekete 'sinerji' etiketi takıldığı günden beri, insanlar bir türlü tatmin olmuyor. Huzursuzluğun başlıca kaynaklarından biri, eşya karşısındaki bu tatminsizlik olmalı.

Ancak, ekonomileri sadece modern (kapitalist) dönemde değil, çağlar boyunca harekete geçiren şey de bu tatminsizlik duygusu değil mi? Girişimciler bir bakıma ihtiyaçlarımızı değil, bitmek bilmez isteklerimizi karşılamaya çalışmıyorlar mı? Bizdeki tatminsizlik belki de onlarda başka tür bir tatminsizliğe yol açıyor: Sermaye açlığı. Sonunda bizi değil, kendi açlıklarını tatmin etmeye, yani sınırsızca sermaye biriktirmeye yöneliyorlar. Bazıları bu yolda her türlü muameleyi mübah sayıyor; hiçbir ahlâkî kaygı taşımıyor. Bu sebeple olsa gerek, Birey, Burjuva ve Zengin başlıklı kitabımı İmam-ı Gazali'nin birçok kişiyi şaşırtan şu sözüyle başlatmıştım: "Hikmet, dünyanın mamurluğu için, gafletin yaygın olmasını gerektirir. Eğer bütün insanlar kırk gün sadece helâlinden yemeğe uğraşsalar, onların dünyaya karşı bu zühdlerinden ötürü dünya harap olur, çarşılar ve geçim yolları boş kalırdı." İlk anda ister istemez irkiliyorsunuz. Büyük âlim ne demek istiyor acaba? Çalıp çırpmak, insanları aldatmak normal midir? Gazali'nin kasdını acaba nasıl şerhedebiliriz?

Arap gözüyle Osmanlı

Başlığında Osmanlı kelimesinin geçtiği yüzlerce kitap yayınlanıyor her yıl. Bu bir nostalji meselesi değildir. Öyle olsaydı, moda çabuk geçerdi. Kitapyurdu.com veya ideefixe.com gibi internet kitapçılarının sitelerine girip "Osmanlı" kelimesini tıklarsanız, şu an satışta olan kitapların 500'ü aştığını görürsünüz. Nedir bu Osmanlı merakı?

Kemal Tahir, romanlarında sık sık nefeslenip şöyle der: "Ben tarihte geçmişinizi değil, geleceğinizi arıyorum!" Geçmiş iyi bilinmeden, gelecek iyi tasavvur edilemez. Fakat sorun şu ki, geçmişi "bilmek" pek kolay değil. Bir Balkan atasözü şöyle der: "Geleceği bilmek kolaydır. Zor olan, geçmişi bilmektir. Çünkü geçmiş mütemadiyen değişir!"

Geçmişi değiştiren, negatif siyasettir. Milletten kaçan siyaset. Bu anlamda Araplar da geçmişi değiştirdiler, Türkler de. (Şimdi sıra Kürtlere gelmiş gözüküyor!) Avrupalılar küçük küçük beylikleri birleştirip, ortaya çıkardıkları sosyal varlıklara "ulus" adını verdiler. Biz ise tersini yaptık: Avrupalıların yardımıyla (!), büyük bir milleti parçalayıp, her bir parçasına ulus etiketi taktık. Cemil Meriç, "Türk aydını, Avrupalı efendisinin ilaçlarını aşırıp içen ahmak uşaktır!" derken, bunları mı düşünüyordu?

KLASİK Yayınları (www.klasikyayinlari.com) "gerçek" geçmişi anlamamıza ciddi katkıda bulunacak bir hatırat dizisine başladı: Arap Gözüyle Osmanlı. Yaklaşık 100 yıl önce, Beyrut belediye başkanından bugünkü Ürdün kralının dedesi olan Kral Abdullah'a kadar bir düzine etkili şahsiyetin hayat ve düşünce dünyasının kapısını aralayan bu hatıralarda basiretten körlüğe, aşktan ihanet ve gaflete kadar her şey var.

Dizinin 4. kitabının başlığı çok çarpıcı: Biz Osmanlıya Neden İsyan Ettik? Kral Abdullah'ın 1923 Aralık ayındaki şu sözleri ne kadar manidar: "İngilizlerle dostluğun sürmesiyle önemli faydalar elde edeceğiz. Ayrıca, şu anda sevgili yurdumuzun kuzey bölgesinde varlığını sürdüren büyük Fransız Cumhuriyeti'nin de, millî davamız hakkında herhangi bir kin beslemediğini umuyorum. Allah'ın izni ve bu iki büyük müttefikimizin yardımları sayesinde çok yakında bütün ülkemizi kalkındırıp, millî ve mukaddes emellerimizi istediğimiz şekilde gerçekleştireceğiz."

Dizinin diğer kitaplarında gazeteci, yönetici ve (Cemaleddin Efgani gibi) bilginlerin birbirinden ilginç ve öğretici tesbitleri var. Arapların gözüyle Osmanlılara bakarken, hem kendimizi daha iyi anlıyoruz, hem de Arapları. (Yayınevi'nin "Fars Gözüyle Osmanlı" dizisi ise ilk kitabıyla göz kırpmaya başladı bile. Neyse, bu kadar reklam yeter!)

Kendini değiştiremeyen, başkasını değiştiremez!

İnsanoğlu bir imtihan dünyasındadır ve tabiatı itibarıyla melek değildir. Mala düşkündür, güce ve şehvete düşkündür. Dîn olarak İslâm, Hz. Adem'den itibaren, onun bu zaaflarını törpülemeye, tam ortadan kaldırmasa da asgari seviyeye indirmeye uğraşır. Tam bir başarı zaten eşyanın tabiatına uygun değildir. Nitekim Gazali de büyük eseri İhya'da bunu birçok defa dile getirmektedir: "Allah ve Resûlü haram olduğunu söyledi diye, insanlar hiçbir zaman içkiyi, zinayı, riyayı, hırsızlığı, zulmü ve diğer günahları büsbütün terketmeyeceklerdir. Gerçi, bu dinî emir ve yasaklara uyanlar da olur; fakat bunların sayısı, sonucu etkilemeyecek kadar azdır." Tabii, yaşanmaya değer hayatın, bu azınlık içine dahil olmakla mümkün olduğu aşikârdır. Ebedî saadetin yolu oradan geçer.

İslamda iktisadî hayatın ahlâkî cephesini denetlemek bu bakımdan siyasî otoritenin vazifesi sayılmıştır. Yani, Müslümanların siyasî otoritesi, teorik olarak mümkün olmadığını bile bile, bütün ümmeti o azınlık içine sokmaya çalışmakla yükümlüdür. Bunun için tesis edilen mühim bir müessese hisbe teşkilatıdır. İslâm toplumunda iyliğe çağırma ve kötülükten sakındırma (emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy ani'l-münker) ile görevli en temel kurum budur. Bizzat Hz. Peygamber'in ilk muhtesib olduğunu biliyoruz.

İmparatorluklar döneminin fütüvvet/ahilik teşkilatları da ekonomi-ahlâk gerginliğini ortadan kaldırmak, olumsuz etkilerini asgariye indirmek üzere kurulmuşlardı. Her bir teşkilat, hem bir tarikat, hem bir iktisadî teşekkül idi. Bütün esnaf kesimlerinin, zaman-ı kadîmden süregelen pîrleri vardı. Elimizde bulunan fütüvvetnâmelerde, özelllikle Hz. Ali yiğitlik, kahramanlık ruhunun timsali olarak resmedilmektedir. "Bir kimse tarikın ve şeyhin heft-kemerbeste Emir el-Mü'minin Ali el-Murtaza'ya irişdirmese tarikat içinde anın güft-ü gûyu sahih olmaz, tekye duası dahi sahih olmaz ve yediği lokması dahi haramdır."

Ne var ki, tıpkı Gazali'nin yukarıda işaret ettiği gibi, ahaliyi ehl-i takva azınlık içine sokmak şöyle dursun, bu fütüvvet ehlinin zaman zaman yoldan saptığını görüyoruz. Nefehat el-Üns'ün tabiriyle, "Fütüvvet ehlinin ve civanmerdlerin libasın giyinip kendisi fütüvvet yüklerinin altına girmeyenler" ortada cirit atmaya başlıyorlar. Nitekim, ilk Türkçe fütüvvetnâme sahibi Yahya bin Halil, bu durumu yakıcı bir dille tenkit etmektedir: "Şöyle gördüm ki, fütüvvet ehli mütehayyir olup bâtıla meşgul oldular ve bâtıla mağrur olup delâlet yoluna kendilerin sebil kıldılar, hidayeti koyup bid'ate uğradılar ve şehvetlerin galip olup bunlara hâkim oldu. Delâlet birle çok mal dizdiler, marifet yerine kavga ve çekişler koydular ve gökten inen sofraya haram taam koydular ve miskinlik yerine benlik koydular ve kemiği ve yavuz işe varmayı fütüvvet yerine koydular ve taat yerine fesad koydular."

Kıssadan hisse: İnsanoğlu, zaaf ve iradenin kavşak noktasıdır. Hem zalim ve cahil, hem akıl ve irade sahibi. Sosyal örgütlenme, aklı ve iradeyi cehalete galip getirme arayışından başka bir şey değildir. Ancak, manevî bir ihyâ yaşanmadıkça, sadece bilgilenmeyle cehalet aşılamaz.

Tasavvuf, kendini değiştirmek ve başka (daha yüksek) bir varlık alanına doğru yelken açmak hususunda insanoğluna muazzam imkânlar sunuyor. Kendimizi değiştirmedikçe, başkalarını değiştiremeyiz. Peygamberimizin (sav) temel vasfı, "Yürüyen Kur'an" olmasıydı. Allah kelamı bile ancak uygulanırsa insanları güzelleştirir; sadece nazarî kabulle yetinmek, hayatı dönüştürmez.

Huzur derslerini dinlemeyelim; yaşayalım!

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi