T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 21 ŞUBAT 2006 SALI | ||
|
Ahmet Haşim'in 21 Şubat 1926 tarihinde Akşam gazetesinde yayımlanan "Edebî Bir Ankete Cevaplar V" yazısını, birkaç cümlesini çıkararak sunuyorum. Bazı kelimelerin yanına parantez içinde karşılıklarını yazdım. "Çin, Hint veya Arap edebiyatında -iyi bilmiyorum- çekirgenin şöyle bir tarifi vardır: Beygir başı, fil gözü, arslan göğsü, kartal kanadı, deve baldırı, devekuşu ayağı, yılan gövdesi, akrep karnı bir vücut meydana getirmek üzere bir araya gelirse "çekirge" hâsıl olur. Edebiyat-ı cedîde de işte böyle bir acayip çekirgedir. Bu edebiyatta vatan coğrafyası başka kıtaların coğrafyasıyla karışmış; yerli nebâtat diğer ekalime (iklimlere) mahsus otların, ağaçların, çiçek ve meyvelerin istilâsı altında kalmış; Türk lisanı Arapça ve Acemceden maada Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca ile birleşerek zevksiz ve nizamsız bir halîta hâsıl etmiştir. O suretle ki, o edebiyat ile mütehassis insanın hangi memlekette yaşar, hangi ırka mensup, hangi mabuda tapar, nasıl konuşur, nasıl güler, nasıl ağlar bir mahlûk olduğunu anlamak kabil değildir. Üst üste konularak bir lâmbanın ışığına tutulan şehir, kuş, ağaç, salon, dağ ve minare resimlerini hâvi muhtelif renkli camların bu halde iken gösterecekleri girift âlem gibi o edebiyata bakan göz; salona girmiş minareler, minareler tepesinde akan nehirler, koltuklarda oturmuş filler ve konsol üstünden Himalaya zirveleri görür." Hiçbir güzel ve asil his ifade etmeğe muktedir olmamış olan o edebiyat, türlü türlü hırslarla takallüs etmiş, aç ağızların şivesiyle konuşmuştu. Âdeta hiçe mukabil aylık sa'ylerini (emeklerini) Servet-i Fünun'a satan o devrin ekser edipleri, muhayyel bir altının pırıltılarına yüzlerini bulayarak, güneşte tutulan aynalar gibi, mahzun ve fakir hemşehrilerinin gözlerini kamaştırmağa çalışmışlardı. Sahneleri daima "palas" salonları, yalı bahçeleri; daima çapkın gençler, kadınları daima hafifmeşrep tazelerden ibaret olan o edebiyatın hizmetlerinden biri hıyanete meyyal kadınlara kocalarını aldatmak hünerini öğretmek olmuştur. On dokuzuncu asırdan sonra maalesef, hayatın her şekil ve sahasında millî ve mahallî hususiyetlerin devamına imkân kalmamıştır. O asra kadar memleketler, nâmütenâhî dağlar, nehirler ve denizlerle mahdut, yekdiğerinden tamamen ayrı kümeler teşkil ederlerdi. Her memlekette, iklim ve maîşet tarzına göre kabul edilmiş sâbit bir kıyafet, lâyetegayyer (değişmez) bir örf ve âdet vardı; asırlarca aynı bestede şarkılar söylenir, aynı adımlarla raks edilir, aynı üslûpta binalar inşa edilirdi. Herkes doğarken gördüğü ufuk karşısında yaşar, çalışır, sever, güler, ağlar ve ölürdü. On dokuzuncu asır bu renkli ve güzel dünyanın kapılarını kapamış ve diğer bir âlemin kapılarını açmıştır. Ulis'in yelkenli gemisinden pek farklı olmayan Nelson'un kalyonunu dretnota kalbeden bu şimendiferler, vapurlar ve beynelmilel temas ve marifet asrının insan maîşetinde yaptığı ve herkesçe malûm tahavvülü burada uzun uzadıya anlatmağa lüzum yoktur. Aynı kitapları okumak ve aynı terbiyeyi görmekten dolayı bugün siyasi hudutlar üstünde, beynelbeşer fikrî bir müşâreket vücut bulmuştur. "Hertz" mevceleri (radyo dalgaları) gibi kürre-i arzı dâiren mâ-dâr (çepeçevre) dolaşan zekâları bir tek enmûzece (örneğe) ircâ eden bu azîm cereyanların hâricinde kalan memleketler gerçi ırkî safvetlerini ve hususiyetlerini muhâfaza edebilir, fakat bu muvaffakiyetleri zekânın tahaccürü (taşlaşması) pahasınadır. Yüksek dağlarının siperi arkasında saklanarak Avrupâî fikir seyyâlelerinin hâricinde kalan İspanya, bugün bu sayede hâlâ millî raksın, millî musikinin ve millî kıyafetin memleketidir. Asya'nın esrarı içinde erişilmez bir mıntıkada tahassun eden Tibet de aynı sebeplerden dolayı elli asır, yüz asır evvel ne idiyse, bugün yine öyledir. Medeniyetleri vücuda getiren teâlîdir (ilerleme, yükselme). İnfirat ve tecerrüt de onları mahveder. Edebiyat-ı Cedîde bahar bahçelerinden, çiçekten çiçeğe dolaşan bir arı gibi Garp fikriyatının fuzûlî gubârını (tozunu) Türk zekâsına taşıdı. Artık telkîh (döllenme) olmuştur. Yarın olgun meyvenin tadını alacak olanlar, ilk nâkilin sevimsiz bir böcek olduğunu belki hiç hatırlamayacaklardır."
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |