T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 4 TEMMUZ 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Fatma Karabıyık BARBAROSOĞLU

Hayat yanık bir yemek gibi dokununca

Kalbim ağrıyor. Uzun yıllardan sonra Temmuz ayında İstanbul'da olmam ile alakalı olabilir mi? "Yurdumun" gökyüzünden mahrum olmamla. Temmuz ayında ille de sıla-i rahim ederdim. Niye bilmem "bizim oraların" gökyüzü çok başka gelirdi. Sanki bütün yaraları sarıp sarmalayacak kadar başka. Bütün yoklukları ve yoksunlukları silmeye gücü yetecekmişçesine başka.

Sizin kalbiniz ağrıyınca ne yaparsınız? Ben bir dosta emanet etmek isterim kendimi en ziyade. Dost meclisinin latif havasına. Pazar günü, yani bana kendini ağır Temmuz olarak kodlamış Pazar gününü sanatkarlar meclisine emanet ettim. İki yazar, bir hattat, bir neyzen ve sohbetini her daim ufuk açıcı bulduğum dost.

Her şey güzel her şey latifti. Ama kalbin ağrısı diner mi? Benim kalbim en ziyade bu letafetten sonra ağrıyor. Tam ayrılacakken "haberleri" alıyoruz. (Niye yapıyoruz bunu?!!) Zehirlenmemize yetecek kadar "haber" her daim var zaten. Öteki haberleri algılamıyorum bile. Yol boyunca beni yalnız bırakmayacak olan ABD askerlerinin evlere girip, kadınlara tecavüzlerini itiraf edişleri. Biliyorum ki bu haber, "ve büyük ve renkli ve merkez" medyamızda yer almayacak. Oysa işgal öncesi ellerinde "çiçeklerle" tasvir edilmişlerdi özgürlük bahşedici ask-er-ler. Hatta İslam dininde kadınlara nasıl davranılması gerektiğinin bilgisi veriliyordu işgal kuvvetlerine. Onlar o zaman "zarif işgal"in temsilcileriydiler. Batılının sadece zarafetini, iyiliğini, Müslüman olanın sadece kabalığını görmeye ayarlı gözlerimizle "biz"e biz olarak bakamıyoruz asla. Allah rızası için yaşanan bir hayattan kopup, Batılı adamın isteği üzerine yaşamaya evrilmiş bir hayatın içinde kendimiz olarak kalamayışımıza mazeret bulabiliyoruz en fazla.

Yol boyunca (Eyüpsultan-Küçükyalı) bu haber ve yollara kendini bırakıvermiş "necip halkımız" eşlik ediyor ağrıyan kalbime. Ama ne eşlik ediş! Yaz gelince İstanbulluların bu kendini bırakıvermişliklerine kahroluyorum. "Kültür başkenti İstanbul" en ziyade açık hava mutfağı yarışmasına katılmaya layık görüyor kendini. Her yeşillik, yol kenarı "köftesiz çıkmam abi" temalı büyük canlı afiş gibi.

Ne yapsın insanlar sıcaktan bunalıyor diye savunmaya çalışıyor zihnimin bir yanı. Olmuyor. Sıcaktan bunalmak ile şehrin merkezinde mangal yapmanın ne alakası var diyen öteki yanım kazanıyor. Oturacak avuç içi kadar yer görünce taş, toprak, egzoz dumanına hiç aldırmadan mangal yapan halk ile, hizmete açtığı her yeri, "haydi eller havaya" temposu ile diskoya dönüştüren yönetici zihniyet arasında kalbimin hasarı büyüyor.

II-

Bu yazıyı okuyunca editorya (Ali Akel) şöyle düşünecek en ziyade: Her şeye değinmiş de İngiliz gazetesindeki Latife Hanım-Emine Erdoğan mukayesesine değinmemiş. Evet değinmiyorum. Nedeni çok başit. Bendeniz yıllardır başörtüsüne özgürlüğü savunan dindar çevrelerin Atatürk'ün annesi de, eşi de başörtülüydü konulu "kompozisyon" yazmalarına itiraz ettim. Dönemin özelliklerini bilmeden bir iki fotoğraf karesinden yola çıkarak, pek dindar bir Latife Hanım imajının elde kalacağı çok aşikardı. Ama esas şunun için değinmiyorum: Türkiye'deki laikçi çevreler ile aceleci dindar çevrelerin tavrı aynı. Bir taraf Latife Hanım modern bir kadındı diyor, öbür taraf başörtülü resimlerinden dayanak bulmaya çalışıyor. Her iki görüş de birbirinden sığ. Latife Hanımın başörtülü olması ya da çok modern olması beni hiç ilgilendirmiyor. Yanlış anlaşılmasın tarihi bir özne olarak elbette ilgiliyim. Bu konuda Nazmiye Demirel bile ilgilendiriyor beni. Ama kendi özgürlüklerimi hiç kimse üzerinden tartışmaya ya da savunmaya tenezzül etmiyorum. Özgürlüğü özgürlük olarak, felsefi açıdan, sosyolojik açıdan her platformda tartışmaya varım. Ama tarihi bir figürü dini bir kimlik olarak merkeze koymaya itirazım var. Latife Hanım tarihi bir kimliktir, nasıl giyindiği tarihin ve sosyolojinin ilgi alanına girer. Bu ilgi gayet nesnel bir dil ile ortaya konulmak zorundadır. Aşırı hayranlıklar kadar ("ay ben Latife Hanım'ı çok sevdim. Öğrendikçe hayranlığım artıyor" gibi), yargılayıcı tasvirler de bir kimlik olarak "merhume"yi sadece eksiltmeye yarar. Kimlikleri sadece "eksiltme" üzerinden ortaya koyabilen toplumlarda düşüncenin yolu topaçlı bir tarlaya benziyor işte.

Yazıyı bitirdim ama kalbimin ağrısı hiç geçmedi.

Bunda senin hiç suçun yok mu ey okuyucu!


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi