T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 29 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ | ||
|
Hikaye çok eski ama çok bildik... İnsanlara işledikleri suçun bedelini kimin-nasıl ödeteceği sorusuna verilen cevap yüzyıllar buyunca şekilden şekile girerek nihayet Hobbes'un Leviathan'ına işaret eden bir hal almış. Suç ve cezayı artık suç teşkil eden eylemin mağdurları ya da herhangi bir otorite değil, toplumun tamamının herşeyden önce can güvenliği için "hakem tayin ettiği" devlet belirleyecek ve sırasında infaz edecektir. "Devlet"in bu görevi üstlenirken elinde tuttuğu, elini güçlendiren araçlar bellidir: "Ateşli silahlar ve bıçaklar ile diğer aletler." Fevkalade durumlar dışında bu araçlar sadece devletin elinde bulunacak ve kanunlar çerçevesinde sadece kanunların yetki verdiği kişiler tarafından kullanılacaktır. Dolayısıyla herşeyden önce sivil halkın elinde bulunan silahlar toplanacaktır. Ne olur olmaz belki bir devletin vatandaşı olarak değil de hâlâ bir kabilenin ferdi olarak yaşadıklarını sanıp silaha davranırlar diye... Ancak bazı devletlerin (demokrasilerden söz ediyoruz tabii ki) sivillerin elinde silah bırakmamama kuralını farklı yorumladıkları da bildik bir hikaye. Bu fasılda akla ilk gelen örnek de tabii ki ABD. Haneye tecavüzün çok ağır bir suç teşkil ettiği bu ülkede "bulundurma" şartıyla silah edinmek zor değil. Ama yanlış anlamayalım; taraftarı olduğun takım şampiyon oldu diye balkona çıkıp bu zaferi atışlarla kutla, ya da bahçende verdiğin "mangal partisi"nde alkolü kaçırıp neşene neşe kat diye değil elbette. "Bulundurma ruhsatını" ancak evine yönelik bir tecavüz karşısında hatırlayacaksın. AKP Milletvekili Hasan Kara'nın "Ateşli silahlar" yasası Adalet Komisyonu'nda görüşülürken silah bulundurmayı kolaylaştırmak amacıyla verilen önergeyi desteklemek amacıyla ettiği "Toplumun gerçekleri farklı" lafı ancak ABD'ye ilişkin çizdiğimiz bu çerçeve içinde anlaşılabilir belki... "Belki" diyorum, çünkü bana göre ABD'nin silah bulundurma konusunda sergilediği bu "anlayış", tek başına, bu ülkenin hâlâ "sivil toplum"a gerektiği gibi geçemediğinin bir delilidir. Sözü fazla uzatmadan bize, yani Türkiye'ye gelelim: Geçen hafta, yurtdışında yaşayan bir arkadaşımızın henüz ilkokul çağına yeni gelmiş kızı, Trabzon'da uçaktan inerken karşılaştığı şu manzarayı hayret ve dehşetle anlatıyordu: Uçağa binmeden silahlarını teslim edenlerin Trabzon'da silahlarını almak için oluşturdukları kuyruk postane gişelerinin önündeki kuyruktan uzunmuş... Türkiye'nin artık toplumun "dişine kadar" silahlandığı bir ülke olduğu muhakkaktır. Ama işin hazin ve vahim tarafı, devletin (hani şu Leviathan'ın) bu manzara karşısında hiç mi hiç paniğe kapılmamasıdır. Silah bulundurmak ve taşımak alışkanlığı "asker bir toplum" (yine Hasan Kara'dan bir inci!) olan toplumumuzda eskiden de vardı.. Ama toplum zenginleşip araya bir de Turgut Özal'ın (ABD'den esinlenerek herhalde) teşviki girince işin boyutu tamamen değişmiş ve memleket bir silah deposuna dönüşmüştür. Bakın geçen günkü Radikal'in manşetten verdiği habere: "Türkiye'de yılda ortalama 700 kişi, düğünlerde, asker uğurlamalarında ya da maç gecelerinde, 'aşka gelip' silahına sarılan magandalar yüzünden ölüyor." Utanılacak -özellikle de devlet açısından- bir manzaradır bu... Peki bu niçin böyle? Çoçukluk yıllarımda ceplerimizdeki çakıyı işaret ve yüzük parmağının arasına yerleştirip eğer bir taşma var ise "Bu çakının taşınması yasak!" dediğimizi iyi hatırlıyorum. Peki nasıl oldu da bu ülkedeki devlet gönlünü "silah aşkı"na kaptırıp -bırakın sustalı bıçağı filan- her cinsten tabancanın bellerde teşhir edilebildiği bir ülke yaratmayı başardı sonunda? Bu derece sorumsuz, bu derece ciddiyetten uzak bir "devlet" olabilir mi? Böyle bir ülkede polisin vazife ve selâhiyetlerini olması gerektiği gibi yerine getirdiği söylenebilir mi? Açtım interneti ve "silah ruhsatı" için hangi şartların istendiğini inceledim. 6136 sayılı (1953 tarihli) "Ateşli silahlar ve bıçaklar..." kanununun "Silah ruhsatı verilmesini engelleyen haller" maddesi o derece dar tutulmuş ki, sonuç olarak maddede sayılan cinsten sabıkası olmayan 21 yaşını dolduran her Türk vatandaşına istekte bulunması durumunda "silah bulundurma ruhsatı" veriliyor. "Silah Taşıma Ruhsatı" alabilmek için yerine getirilmesi gereken şartlar da haddinden fazla geniş. Kamu görevlisi (emeklisi dahil), sarraf ve kuyumcu, köy ve mahalle muhtarı, belediye başkanı ve il idare meclisi üyesi ve de (sıkı durun!) "sarı basın kartı sahibi" iseniz ruhsatı zaten cebinizde bilin. Bunlara ilaveten bir de (mutlaka çoğunluğu oluşturan) "can güvenliği olmayanlar" faslına giren vatandaşlara verilen izinler var ve bunlara da valiliğin yaptığı inceleme sonunda karar veriliyor.. (Bu izinlerin dağıltılmasına yönelik eleştirileri hatırlatmaya gerek yok herhalde.) 6136 sayılı yasanın kanuna aykırı olarak silah taşıyanlar için öngördüğü cezaların yeterli olmadığını da söylemeliyiz. Bunun böyle olduğu zaten, toplumun önemli bir bölümünün dişine kadar silahlanmış olmasından da belli; söz konusu cezalar yeterince caydırıcı olsa bu derece gayri ciddi bir manzara ortaya çıkar mıydı? Yazıyı (bugüne kadar kendisinden herhalde hiç olumlu söz etmediğim!) Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in konuya ilişkin şu son derece yerinde bir açıklamasıyla bitireyim: "Silahlanmayı önlemek için ceza ne kadar artacaksa artsın..."
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |