|

Diyanet İşleri Başkanı "Kur'an Meâli" hazırlayabilir mi?

Hasan Ali Yıldırım
00:00 - 26/02/1999 Cuma
Güncelleme: 14:59 - 8/11/2013 Cuma
Yeni Şafak
Diyanet İşleri Başkanı "Kur'an Meâli" hazırlayabil
Diyanet İşleri Başkanı "Kur'an Meâli" hazırlayabil

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın bir Kur'an Meâli hazırlamış ve yayımlamış olduğu, kamuoyuna ilk kez 14 Şubat 1999 tarihli Sabah gazetesinde yer alan bir haber-röportaj vasıtasıyla duyuruldu. "Yeni Kur'an Yok Sattı" başlıklı bu haber-röportajda, sayın Başkan'ın "bir yıl geceli gündüzlü çalışarak Kur'an'ı yıllar sonra yeniden günümüz Türkçesine çevirdiği" bildiriliyor ve onbin nüsha basıldığı halde (piyasaya da sürülmemiş olmasına rağmen) yok sattığı söylenen bu çevirinin Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile "Türk Müslümanlığı" kavramını gündeme getiren emekli Orgeneral Ahmet Çörekçi'ye hediye edildiği ise bilhassa vurgulanıyordu.

DÜCANE CÜNDİOĞLU

"Nuh'u da tahtalardan ve çivilerden oluşan gemiye bindirdik!"

Siz böyle bir cümleyi bir "belâğat harikası" olan Kitabımıza yakıştırabilir, Cenab-ı Hakk'ın böylesine özürlü ifadeler aracılığıyla kullarına seslendiği iddiasını kabul edebilir misiniz? Daha da ötesi, bu tür komik ifadeleri "Kur'an ayetlerinin Türkçe çevirisi" sıfatıyla bizlere sunan kimsenin, bizzât Diyanet İşleri Başkanımız olduğuna inanabilir ya da din ve diyanetimizden sorumlu makamın başındaki bu zâtın kefere kelimesinin bile anlamını bilmediğine hiç ihtimal verebilir misiniz? Bu suâllere cevabınız olumsuz ise, size bu yazıyı dikkatle okumanızı öneririm.

Dostlar alışverişte görsün!

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın bir Kur'an Meâli hazırlamış ve yayımlamış olduğu, kamuoyuna ilk kez 14 Şubat 1999 tarihli Sabah gazetesinde yer alan bir haber-röportaj vasıtasıyla duyuruldu. "Yeni Kur'an Yok Sattı" başlıklı bu haber-röportajda, sayın Başkan'ın "bir yıl geceli gündüzlü çalışarak Kur'an'ı yıllar sonra yeniden günümüz Türkçesine çevirdiği" bildiriliyor ve onbin nüsha basıldığı halde (piyasaya da sürülmemiş olmasına rağmen) yok sattığı söylenen bu çevirinin Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile "Türk Müslümanlığı" kavramını gündeme getiren emekli Orgeneral Ahmet Çörekçi'ye hediye edildiği ise bilhassa vurgulanıyordu. Bu arada sayın Başkan da eserinin özelliklerini sıralarken, "çevirisini sade bir Türkçe ile yaptığını, yorum getirmeyip ne anladıysa onu yazdığını ve vatandaşa tercih hakkı bırakmadığını" söylemiş ve eklemiş: "Kur'an'la vatandaşı başbaşa bıraktım!"

Kendileri yayımladıkları çevirinin sunuşunda da şu bilgileri veriyorlar: "Hazırladığımız bu meâlde kullanılan dilin sade ve anlaşılır olmasına özellikle dikkat ettik. Okuyucuların, özellikle gençlerin meâlimizi daha iyi anlamaları için gerekli hassasiyeti gösterdik. İlmî, dinî, fıkhî bir yanlış yapılmaması konusunda titizlikle durduk."

Sayın Başkan'ın bu iddialarının hakikatle ne kadar kabil-i telif olduğu meselesi bir yana, "dikkat ettik, hassasiyet gösterdik, titizlikle durduk" gibi ifadeler ağızlarına dahî yakışmıyor. Evet yakışmıyor; zira bugüne kadar ilmî seviyesini (!) test etmemize imkân verecek bir tek eseri dahî olmayan ve hepsinden önemlisi ilmî kariyeri sebebiyle değil, idarî (siyasî) marifetleri sebebiyle o makamı işgal etmekte olduğu bilinen sayın Başkan'ın Allah'ın Kitabı'nı "bir yıl" gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde tercüme etmeye kalkışmaları bile, kendilerinin "dikkat, hassasiyet, titizlik" kelimelerini kullanacak en son kişi olduklarının bir delilidir. "Bir yıl geceli gündüzlü çalıştığını" iddia eden sayın Yılmaz'a sormak gerekmez mi: "Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devletin mühim bir makamını işgal etmiş olan zât-ı âliniz, nasıl oldu da devlet ve millet hizmetinde harcadığınız mesâinizden vakit bulup da geceli gündüzlü çalışarak Kur'an'ı Türkçe'ye çevirebildiniz?!"

Bu tercüme resmî değil, şahsî bir çabanın ürünü ve üstelik Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları'ndan neşredilmeyip özel bir şirket tarafından basılmış. Hal böyleyken birileri çıkıp bu "geceli gündüzlü çalışılan bir yılın" hesabını kendilerine sormayacak mıdır? Hadi bu ifadenin bir mübalâğa içerdiğini kabul e delim. Bu durumda, "dikkat, hassasiyet, titizlik" kelimelerini nasıl açıklayacak, değil Kur'an'ın tamamını, Yâsin Sûresi'ni bile "bir yılda" çeviremeyeceği her halinden belli olan sayın Başkan'ı hangi gerekçeye binaen ciddiye alacağız?

Bu acelenin sebebi nedir?

Acaba sayın Başkan'ı bu denli acele ettiren asıl sebep neydi? İlmî birikimleri hiç de müsait olmamasına rağmen, acaba niçin Allah'ın Kitabı'nı "bir yıl" gibi kısa bir süre içerisinde Türkçe'ye çevirmek cür'etinde bulundular? Bu suâllerin cevabını verebilmek için, elbette 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden beş ay sonra Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla iki genç ilahiyat asistanına (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay) görev verilerek sekiz-dokuz ay içinde (Kasım 1960-Ağustos 1961) hazırlattırılıp bastırılan Diyanet Meâli'ni hatırlamak icab ediyor. Çünkü bu Kur'an çevirisine de yine aynı şekilde yukarıdan gelen resmî bir emirle başlanmış ve kısa bir sürede bitirilmesi sağlanarak neşredilmişti. Ne ilginçtir ki her iki çeviri arasında başka benzerlikler de var.

Meselâ 27 Mayıs Meâli'nin ilk baskısı da piyasaya sürülmeyip hem o devrin komutanlarına hediye edilmiş, hem de bürokratlara bedava dağıtılmıştı. Nitekim 28 Şubat Meâli de onbin nüsha basıldığı halde piyasaya sürülmemiş ve hem komutanlara, hem de bürokratlara hediye edilmiştir. Ancak bu sefer –herhalde özel bir şirket bastığı için– farklı bir yol tutularak Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin bu çeviriyi zorla satın alması sağlanmıştır. Bizce bu yollara tevessül etmekten vazgeçilmelidir; zira bu durumda birileri tarafından, bir zamanlar, Kur'an'ın daha iyi anlaşılmasıyla ve Türkçe tefsirler yoluyla İslâmî terör olamayacağını kanıtlamaktan söz eden sayın Başkan'a (Aktüel, 8-14 Nisan 1993), "Diyanet personeline zorla meâl satılmasının İslâmî Terör (!) kapsamına girip girmediği" sorulabilir.

Binaenaleyh "bir yıl" gibi kısa bir zaman içerisinde hazırlanmış bu çeviriyi bir tedkik ve tenkidin konusu yapmamızın en önemli nedeni, sadece sayın Yılmaz'ın işgal ettiği "makam" ve taşıdığı "ünvan"dır.

Başkanlık ve mes'ûliyet Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın yayımladığı Kur'an Meâli'ndeki hataları zikretmeden önce, esas itibariyle bu çeviriyi ilmî bir eleştiriye lâyık bulmadığımızı bilhassa belirtmek isteriz. Çünkü sayın Mehmet Nuri Yılmaz'ın ciddiye alınabilecek derecede ne Türkçesi, ne Arapçası, ne de Tefsir ve Tercüme İlmi'ne vukûfiyeti vardır; binaenaleyh "bir yıl" gibi kısa bir zaman içerisinde hazırlanmış bu çeviriyi bir tedkik ve tenkidin konusu yapmamızın en önemli nedeni, sadece sayın Yılmaz'ın işgal ettiği "makam" ve taşıdığı "ünvan"dır. Bir zamanlar merhûm Rifat Börekçi'lerin, Şerefeddin Yaltkaya'ların, Ahmed Hamdi Akseki'lerin, Ömer Nasuhi Bilmen'lerin işgal ettikleri bu makam bugün bu derekelere düşürülmemeliydi ve bu makamı işgal eden zât, Allah'ın Kitabı hakkında böylesine boyunu aşan işlere kalkışmamalıydı. Nitekim sayın Başkan'ın bu lüzûmsuz ve cür'etkâr teşebbüsü, gerek Diyanet, gerekse İlahiyat camiasına mensup birçok kıymetli ilim adamı tarafından esefle izlenmekte ve fakat mesele Allah'a havale edilip bu husûsta sükût ihtiyar edilmektedir. Merhûm Elmalılı Hamdi Yazır tarafından hazırlanan Hak Dini Kur'an Dili gibi muhalled bir eserin altında imzası bulunan bir kurumun Başkanı'nın, Diyanet ve İlahiyat camiasının başını öne eğdirecek bir çeviriyle kamuoyunun önüne çıkmasının, hiç kuşku yok ki eleştiriyi gerekli hâle getiren bir husûsiyeti vardır.

'İlimbilmezliğin' bedeli

"Şüphesiz benim bildiğimi siz bilemezsiniz." (Bakara: 30)

"Muhakkak ki ben sizin bilemeyeceklerinizi bilirim" şeklinde Türkçe'ye çevrilebilecek olan ibarenin grameri mütercim tarafından hiç anlaşılmamış ve bu nedenle ayet tamamen yanlış çevrilmiştir.

"Hendeğe atılanlar öldürüldü." (Buruc: 4)

"Öldürüldü" şeklinde çevirilen fiil (kutile), kahrolsun anlamına gelmekte, Ashab-ı Uhdud ile de "hendeğe atılan müminler" değil, bilakis "müminleri hendeğe atanlar" kastedilmektedir.

"Çok olmakla övünme yarışı kafanızı o kadar meşgul etti ki nihayet kabirleri ziyaret edip onları bile saymaya kalkıştınız." (Tekasür: 1-2)

Cümlenin ilk kısmı tamamen yanlış tercüme edilmiştir. İkinci kısma gelince, "...ölüleri saymaya kalkışmak" ifadesinin Kur'an'da hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. "Kabirleri ziyaret etmek" ise Arapça'da ölmekten kinayedir ve "Mezara girene/ölene kadar..." anlamına gelir.

"Allah'ın size geçiminiz için verdiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin!" (Nisa: 5)

"Beyinsizler" diye Türkçe'ye çevrilen kelime (süfeha), esasen kendi başlarına menfaatlerini takdir edemeyecek durumda olan, yani yasal olarak vesayet altında tutulması icab eden yetimler (çocuklar) mânâsındadır ve bu siyak içerisinde hakaret (!) anlamı taşımamaktadır.

"Elbiseni temiz tut, kötü şeyleri terket." (Müddessir: 4-5)

"Nefsini arındır ve şirkten kaçın!" anlamına gelen bu ayetlerdeki siyab ve rucz kelimelerinin birer deyim oldukları hiç farkedilmemiştir.

"Üzerlerine ebabil kuşlarını salıverdi." (Fil: 3)

"Tayran ebabil" bir kuş cinsine işaret etmez ve sürü sürü kuşlar (kuş sürüleri) anlamına gelir.

"Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, onlara [müşriklere] gizli muhabbet besliyorsunuz demektir." (Mümtahine: 1)

Ayetin aslında burada söylenenin tersi kastedilmiştir: Mütercim, ilk cümlenin cevabının hazf edilmiş olduğunu anlayamamış, herhangibir tefsire bakıp işin doğrusunu öğrenmeyi de akıl edememiştir.

"İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da uyarmasan da birdir, onlar imana gelmezler." (Bakara: 6; krş. Münafikûn: 6)

Kâfirleri uyarıp uyarmamak nasıl bir olur? Mütercim bu ve diğer ayette ne söylenmek istendiğini anlamamıştır. Burada kastedilen uyarıp uyarmamanın onlarca bir olduğudur (sevâun aleyhim); yoksa uyaran açısından mesele hiç de böyle değildir.

"Allah rızası için ... mal veren" (Bakara: 177)

Doğrusu, "sevdiği halde/sevmesine rağmen... mal veren" olacaktır. Mütercim zamirin merciini takdir, harf-i cerin işlevini tayin edememiştir.

"Ey Nuh, eğer bu davaya son vermezsen mutlaka taşlanmışlardan olacaksın, dediler." (Şuara: 116; krş. Duhan: 20)

"Taşlanmışlardan olmak" şeklinde bozuk bir biçimde Türkçe'ye çevrilen ifadenin aslı, taşlanarak katledilmekten kinayedir ve "katledileceksin/öldürüleceksin" demektir.

Bir gazete yazısında Arapça'nın ve Tefsir İlmi'nin inceliklerine daha fazla dalmayı gerekli bulmadığımız için şimdilik bu misâlleri yeterli buluyoruz.

Sayın Başkan'ın çevirisinde yüzlerce tashih hatası bulunmaktadır ve bunun da eseri alelacele neşretmek isteğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu acelecilik, tashih hatalarının yanısıra pek tabii ki birçok anlam kaymalarına ve tekrarlara sebebiyet vermiştir.

Ciddiyetsizlik numûneleri

Sayın Başkan'ın çevirisinde yüzlerce tashih hatası bulunmaktadır ve bunun da eseri alelacele neşretmek isteğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu acelecilik, tashih hatalarının yanısıra pek tabii ki birçok anlam kaymalarına ve tekrarlara sebebiyet vermiştir. İşte birkaç misâl:

"Yoksa Allah'a karşı bir şey mi söylüyorsunuz?" (Bakara: 80)

Ayette geçen "bilmediğiniz" ifadesi atlanmıştır: "bilmediğiniz birşeyi mi..."

"Size vadedilen yakın mıdır, yoksa Rabbın onun için uzun bir süre mi koyacaktır?" (Cin: 25)

Doğrusu: "yoksa Rabbim..."

"Sonra göre göre bunu ikrar etmiştiniz; buna siz şahitsiniz." (Bakara: 84)

Ayetteki "göre göre" ile "siz şahitsiniz" ifadelerinden biri gereksizdir.

"Ey Muhammed, onun için sen bizi anmaktan yüz çevirip de sadece dünya hayatını isteyen kimseden sen de yüz çevir." (Necm: 29)

Sen'lerden biri gereksizdir.

"Kim samimi olarak yüzünü Allah'a tertemiz teslim ederse..." (Bakara: 112). Ayetteki "samimi olarak" ile "tertemiz" ifadelerinden biri gereksizdir.

İşgüzarlığın sonuçları

Sayın Yılmaz, bir kelimenin anlamını değiştirmenin ve/veya korumanın ne denli önemli ve tehlikeli bir müdahale anlamına geldiğini takdir edemediğinden olsa gerek ki Kur'anî tabirleri standartlaştırma yoluna gitmiş ve meselâ ez-Zikr, en-Nûr, el-Hadîs kelimelerinin yerine birçok defa (msl. Talak: 10, Hicr: 9, Kalem: 51; Teğabün: 8; Kehf: 6; Kalem: 44) ve lüzûmsuz yere Kur'an kelimesini koymuştur. Kezâ er-Ruh kelimesini Cebrail'le (msl. Mearic: 4); buna mukabil en-Nüfûs kelimesini ruh'la (msl. Tekvir: 7); rükû, secde-sücûd kelimelerini namaz'la (msl. Mürselât: 48); ümmî kelimesini okuryazarlığı olmamak'la (msl. Bakara: 78; Cuma: 2), küfür-kâfir kelimelerini ise inkâr'la (msl. Bakara: 28) tercüme etmeyi bir marifet bilmiş, Kur'an'ın kullandığı kelimelerin kendi siyakları içerisinde farklı vurgulara sahip olabileceklerini (el-vücûh ve'n-nezâir'e dâir incelikleri) bir türlü takdir edememiştir. Oysa Diyanet İşleri'nde vazife yapmakta olan hocaefendilerden hiç değilse birkaçına danışmak fetanetini gösterselerdi, sanırız onlar kendisini bu cür'etkâr müdahaleler konusunda uyarırlar ve belki de aralarından bir-iki hamiyet sahibi çıkıp kendisine bu işten vazgeçmesini salık verirlerdi.

Halkın ihtirasa değil, cehd u gayrete ihtiyacı var!

Allah'ın Kitabı'nı kendi dillerinde okumak ve anlamak hiç kuşkusuz ki bu milletin hakkıdır ve ciddi bir Kur'an çevirisi hâlâ bu ülkenin insanları için en önemli ihtiyaçtır. Lâkin kopyalama yöntemiyle ve alelacele hazırlanmış çevirilerle bu ihtiyacın karşılanması mümkün değildir. Nitekim Allah'tan ve ahiret günü'nden korkan ve Kur'an-ı Kerim gibi âlemlere rahmet olarak indirilmiş bulunan bir Kitab'ı tercüme etmenin güçlüğünü takdir edecek durumda olan kimselerin bu hakikati hiç tereddütsüz kabul edeceklerine inanıyoruz. Bu bakımdan Kur'an çevirileri, siyasî iradenin veya ticarî ihtirasın sun'î zorlamalarıyla değil, ilim ehlinin tabii gayretleriyle ortaya çıkmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Nuri Yılmaz'ın bu yazıda tenkid konusu yaptığımız teşebbüsüne gelince, hiç kuşku yok ki milletin irfanı bu çeviriyi lâyık olduğu yere yerleştirecek ve tarih de bu konudaki kesin hükmünü verecektir. Huzur-u Mahşer'de ise başımıza ne geleceğini hiçbirimiz bilemeyiz.


25 yıl önce