|

Milletçe beklediğimiz kutlu bayramların arifesindeyiz...

Biz, Yahyâ Kemâl’in dilinde, kökü mâzi olan âtiyiz. Mâzinin geçmişteki kalıbıyla birebir yaşatılamayacağında hemfikiriz; fakat özünü geleceğe taşımak da bizim vazifemiz değil mi? Eski bayramlar diye söze başlayanların çocukluk yıllarına gidip baş uçlarına konulan bayramlıklarını anlatmaları, bize özü yakalama fırsatı vermiyor mu? Geleneği geleceğe taşıyacak olanlar çocuklardır; çocukların Ramazan ayını, câmiyi, bayramı tıpkı susuzluktan dili damağı kurumuşların suyu kana kana içmesi gibi sahiplenmesi şart.

00:36 - 2/05/2022 Pazartesi
Güncelleme: 18:35 - 1/05/2022 Pazar
Yeni Şafak
 İLLUSTRASYON:  CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
Hasan Eren Ulu / Kültür Tarihçisi

Müslümanların takvimi, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretiyle başlar. İslâm tarihinin sıfır noktası kabul edilen hicretin üzerinden 1443 yıl geçti. Oruç ibadeti, hicretin ikinci yılında farz kılındı; demek oluyor ki İslâm âlemi şimdiye kadar 1441 kere Ramazan Bayramı’nı kutladı. Bugün, 1442. bayram gönüllerimizi ve yeryüzünü şenlendiriyor. Bayram burcuna erişen Müslümanların Ramazan Bayramı’nı tebrik ediyorum.

Takvim, bayram, ömür üzerine düşünürken -belki farkında dahi olmadan- çoğu kere “zamanın ruhu vardır” diyerek yaşadığımız dönemi ve geçmişi anlamaya çalışırız.

Şimdi hayâl gücümüzü tahrik edip bir anda asr-ı saadete giderek Hz. Peygamber’in ashabıyla bayramlaşmasını, Sultan Mehmed’in şehri fethiyle İstanbul’da kutlanan ilk Ramazan Bayramı’nı ya da Süleyman Nazif’in “kara bir gün” diye anlattığı İngiliz, Fransız askerlerinin başkentte cirit attığı işgal yıllarındaki bayram günlerini düşünelim. İlk ikisi zamanın yüzümüze güldüğü devirlerin bayramıdır; üçüncüsü ise yok edilmek istendiğimiz bir dönemde bayramı hak etmediğimizin yüzümüze vurulduğu bir dönemin hâtırasıdır.

Selâhaddin Eyyûbi gibi İslâm âlemine bayram günü yaşatmak için didinen ve çile çekenlerin izini takip edelim. Hoca, hutbede tebessüm etmenin faziletinden bahsedince sözün kendisi için söylendiğini anlayıp “Kudüs düşmanların elinde oldukça ben nasıl gülümseyebilirim ki? ” diyen bu büyük komutan, bayrama başka bir anlam yüklemiştir.

ŞEHRE HEYECAN YAYAN MUKADDES EMANETLER

Yaklaşık iki asır boyunca siyasetin nabzının attığı Topkapı Sarayı’ndaki bayramları düşünüp şanlı bir mâzinin ardına düşelim. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinin ardından Mekke ve Medine’ye kadar ulaşıp Osmanlı sancağını bu şerefli beldede dalgalandırır. Sonrasında ise, İslâm tarihinde mukaddes emanetler diye bilinen

Hz. Peygamber ve ashabını hatırlamaya vesile olan emanetler İstanbul’a gönderilir.

Saray elbette siyaset satrancının oynandığı bir yerdi; fakat mukaddes emanetler Osmanlı sarayını bir başka renge boyuyordu. İşte bu yüzden Ramazan ayında Topkapı Sarayı daha uhrevî bir havaya bürünür ve Has Oda’dan saraya, saraydan şehre, şehirden çevreye dalga dalga heyecan yayılırdı.

SULTANLARI HADÎM EYLEYEN BAYRAMLAR

Sultanların, Hz. Peygamber’in hırkasının konulduğu mahfazayı taşıyıp ellerinde süngerlerle temizlemesi ya da saray protokolünde ön sırada gelen görevlilerin birbirinden güzel çinilerle kaplı duvarları silmeleri, üstelik bu temizlik sırasında gül suyu kullanarak Hz. Peygamber’i anmaları da bayram neşesinden bir parça değil midir? Kâbe örtüsünün hemen yanında iki rekât namaz kılınması, Hz. Peygamber’in kılıcının kuşanılması, Hz. Yusuf’a ait olduğu düşünülen sarığın sarılması da hükümdar ve saray erkânı için bir başka bayram değil midir?

İbn Haldûn toplumların da insanlar gibi doğup büyüdüğünü ve sonunda öldüğünü ifade ediyor. Parlak günlerin ürünü olan merasimler, bir süre sonra protokolün bir parçası hâline getirilerek özündeki inançtan uzaklaşıldığından dolayı; bayram gibi gönülleri aydınlatan nurlu günler dahi gözleri kamaştırmıyor.

Mehmed Âkif ‘Umar mıydın’ başlıklı şiirini tam da bu yüzden kaleme alıyor. Çocukluğundan beri İstanbul’da kılacağı bayram namazının hayâliyle yanıp tutuşan Ataullah Behâeddin, gün gelip de İstanbul’da bayrama erişince şâhit olduğu hissizlik karşısında beyninden vurulmuşa dönüyor. Uyuklaya uyuklaya bayram namazının kılındığı, vaaz ve nasihatin üstünkörü yapıldığı, hayır faaliyetleri için kimsenin kılının kıpırdamadığı bir ortamda göz yaşlarına engel olamıyor. Bizim hassas şairimiz bu hâle kayıtsız kalabilir mi zannediyorsunuz?

Umar mıydın ki mâbetler, ibâdetler yetim olsun
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun
Umar mıydın cemaat bekleyip durdukça minberler
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer

KÖKÜ MAZİ OLAN ÂTİYİZ

Günümüzde nostaljiye reddiyeler kaleme alınıyor; oysa sesimiz soluğumuz geçmişten günümüze erişiyor. Biz, Yahyâ Kemâl’in dilinde, kökü mâzi olan âtiyiz. Mâzinin geçmişteki kalıbıyla birebir yaşatılamayacağında hemfikiriz; fakat özünü geleceğe taşımak da bizim vazifemiz değil mi?

İşte bu yüzden eski Ramazanlar, eski bayramlar dediğimizde özden bahsediyor ve insana dokunuyoruz. Eski bayramlar diye söze başlayanların çocukluk yıllarına gidip baş uçlarına konulan bayramlıklarını anlatmaları bize özü yakalama fırsatı vermiyor mu? Geleneği taşıyacak olanlar çocuklardır; çocukların Ramazan ayını, câmiyi, bayramı tıpkı susuzluktan dili damağı kurumuşların suyu kana kana içmesi gibi sahiplenmesi şart. Bir çocuğa sıkı sıkıya sarılarak kendisine mendil içinde bayram harçlığı vermek, onun bakış açısına istikâmet göstermek için önemli değil midir? Kendisiyle ilgilenilen bir çocukta, memleketin dört bir yanına dağılan gençliği hayâl edip onu bir heykeltıraş gibi şekillendirmenin, bayramların habercisi olduğunu anlamamızın zamanı gelmedi mi?

“BAYRAM O BAYRAM OLA” DEMENİN VAKTİDİR

Tarihimizde birçok zafer olduğu gibi zaman zaman hezimetlerle de yüzleşmişiz. 1700’lerin son çeyreğinde Ruslar ile girişilen savaşın sonunda Osmanlı ordusu mağlûp olur ve Ruslar çoluk çocuk ayırt etmeden Müslümanları katleder. Kendisine verilen bu bilginin ardından I. Abdülhamid felç olur ve saatler sonra hayata gözlerini yumar. Bu acılar, milletin derdiyle dertlenenlerin olduğu bir yerde, bayram sabahına uyanılacak günlerin habercisi değil midir?

Necip Fâzıl “Sanma bu tekerlek kalır tümsekte” derken baş aşağı gidilen zamanın ruhuyla dertleşmiş; fakat ümidini kaybetmemişti. Saadet, çile havanında dövülerek elde edilir. 19. ve 20. yüzyılda çok acı çekildi, 21. yüzyılda da tekerlek tümseği aşacak gibi; her türlü imkân elimizin altındayken kendimizi kontrol edip zamanın ruhuna uygun şekilde hareket ederek ‘bayram o bayram ola’ dedirtmenin tam vakti değil midir?

#Yahyâ Kemâl
#Ramazan Bayramı
#Medine
#Süleyman Nazif
#Selâhaddin Eyyûbi
#Yavuz Sultan Selim
#I. Abdülhamid
2 yıl önce