|

Türk-Yunan meselesi: Ticari ve siyasi bakış farkı

Türkiye’nin Yunanistan ile çözüm arayışlarının yakın gelecekte sonuç vermeyeceği görülüyor. Erdoğan, kalıpların dışında düşünebilen bir siyasetçi. Yunanistan ile olası bir çözüm ihtimalini daha önce Kıbrıs’ta gerçekleşen Annan Planı referandumunda test etti. Referandumda tek devletli çözüme Türkler evet derken Rum Kesimi hayır dedi... Çünkü Rumlar, statükodan yani çözümsüzlükten memnun. Türklerin dostluğu Rumlar açısından para etmiyor fakat Türkiye husumeti para ediyor.

00:00 - 7/07/2022 Perşembe
Güncelleme: 17:45 - 6/07/2022 Çarşamba
Yeni Şafak
 İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
Doç. Dr. Efe Sıvış
Fenerbahçe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Başkanı

Günümüzde dış politika ajandasının başına yine, yeniden Yunan meselesi oturunca aklıma bir Türk iş insanının konuya bakışı geldi. Bu bakış açısında eksik bir nokta vardı. Ege Denizi’nde Ekim 1912’de Limni’yle başlayan, İpsara, Bozcaada, Ahikerya, Sakız ile devam eden Yunan işgali, 1923 Lozan Antlaşması’yla resmileşti. Fakat bu adalar silahsız bir statüde olmak kaydıyla Yunan egemenliğine verildi. Tıpkı Boğazlar bölgesinin silahsızlandırma şartıyla Türklere bırakıldığı gibi.

1930’lu yıllar… Mussolini İtalya’sının denizaltıları Akdeniz’de rastladığı gemilere korsan saldırılarda bulunmaya başladı. Mustafa Kemal uluslararası konjonktürü iyi okudu. Bu saldırılara karşı Boğazlar bölgesinde Türkiye’nin silahlanması gerektiğini uluslararası topluma anlattı. Silahlanma hakkını 1936 Montrö ile elde etti. Yunanistan ise şartların müsait olmasına rağmen Ege adalarında aynısını yapamadı. Şimdi ise bunu fiilen yapıyor ve gerilim politikası izliyor. Bunun nedenlerine aşağıda değineceğim.

Rodos’un da dahil olduğu 12 Ada ise 1912 Uşi Antlaşması’ndan beri İtalyanlardaydı. İtalya, 2. Dünya Savaşı’nda Mussolini’nin orantısız hırsları nedeniyle mağlup oldu. 12 Ada’yı 1947’de Paris Antlaşması ile Yunanistan’a devretti. Tek parti döneminin son Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün tam kontrolündeki Türk dış politikası bu devir teslime ses çıkarmadı. Türkiye savaş sonrasında Sovyet lider Stalin’in talepleri karşısında dehşete düşmüştü. 1945’de yapılan bu taleplerde Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı Ermeni Sovyet’ine vermesi isteniyordu. Rusya’ya Boğazlar’da kara ve deniz üslerinin verilmesi bir başka talepti. Taleplerin üçüncüsü, Türkiye’nin Montrö ile Boğazlar’da elde ettiği egemenlik haklarını Ruslarla paylaşmasıydı. Ezcümle Türkiye bir Sovyet uydusuna çevriliyordu. Türkiye olası bir Sovyet işgalinden duyduğu endişeyle İngiltere ve ABD’nin müttefikliğine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyordu. Böyle bir dönemde İnönü, Adalar meselesi yüzünden bir “pürüz” çıkarmamayı tercih etti. Böylece 12 Ada Yunanistan’a geçmiş oldu. Tabii yine silahsızlanma şartıyla…

GÜÇLÜLERİN HUKUKU

Adalar konusuna dayanak oluşturan bir başka belge 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) Yunanistan tarafından 1995’te imzalandı. Türkiye bu antlaşmayı imzalamadı. Çünkü antlaşmanın Ege Denizi’nde evrensel hukukun gerektirdiği şekilde 15. Madde ve 121. Madde’nin 2. Bendi’ni mi yoksa Yunanistan’ın 12 mil tezlerini dayandırdığı 3. Maddesi’ni mi işleteceği belirsiz…


Aslında bu metin örneğin Anadolu’dan 2 km, Yunanistan ana karasından ise 580 km uzaktaki Meis adası için Yunanistan lehine bir kıta sahanlığını verilmesini öngörmüyor. Bu zaten komik olurdu. Fakat uluslararası hukukta bazen trajikomik olaylar da olur. Çünkü uluslararası hukuk bir anlamda güçlülerin hukukudur. Bunu Musul’un, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin kontrolündeki Milletler Cemiyeti’nin marifetiyle Türkiye’den koparılma sürecinde gördük. Türkiye tekrar böyle bir hukuk garabetiyle bir oldu bittiye gelmemek için ne BMDHS’yi imzalıyor ne de Yunanistan’la beraber meseleyi Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) götürüyor.

YUNANİSTAN GERİLİMDEN NEMALANIYOR

“Kavganın iki ülkeye de maliyeti çok. Bunu kim ödüyor? Halk ödüyor. Yunanistan şayet savunmaya bu kadar para harcamasaydı, belki bugün sıkıntı çekmezdi. Keşke biz de harcamasaydık. İlaç alamıyorduk, tank alıyorduk.”

Yukarıdaki satırları, ENKA şirketinin kurucusu merhum Şarık Tara’nın “Şarık Tara Anlatıyor” isimli kitabından aldım. Soğuk Savaş sonrasında müteahhitlik hizmetleriyle Moskova’yı inşa eden adam olarak bilinen Tara, 1957’de kurduğu şirketini ticari zekasıyla küresel bir yapıya dönüştürdü. Türk-Yunan sorunlarının çözülmesi için Özal döneminde lobi faaliyetleriyle epey gayret sarf etmişse de sonuç alamadı. Çünkü siyasetin kuralları ticaretteki gibi işlemiyor. Ticari zekâ ile siyasi zekâ birbirinden ayrı kavramlar. Tara, “kavga” olarak addettiği denetimli diplomatik gerginliğin iki ülkeye de maliyetini olduğunu söylüyor. Fakat Yunanistan’ın bu “kavgadan” muhtelif menfaatleri var.

Atina, Türkiye’ye yönelik yarattığı suni gerilimden 2 türlü nemalanıyor. Bunlardan birincisi iç politikada milliyetçi duyguların tetiklenmesiyle ekonomik başarısızlıkları perdeleme. Yunan hükümeti asgari ücrete Ocak’ta yalnızca yüzde 2, Mayıs’ta yüzde 7 oranında zam yapabildi. Tüketici fiyatları son 25 yılın zirvesinde. Ülke, 1994’ten beri en yüksek enflasyonla karşı karşıya. Eylül ayında seçmenin önüne sandık konulacak ve Miçotakis’in Yeni Demokrasi Partisi büyük olasılıkla iktidardan düşecek. Türkiye ile olan diplomatik ilişkilerin güvenlikleştirilmesi bu anlamda bir mugalatadan ibaret. Bu siyaseti yalnızca Miçotakis takip etmedi. Ülkenin yapısal sorunlarına çare olamayan tüm Yunan siyasetçiler geçmişte bu politikayı can simidi belledi.

Yunanistan’ın ikinci ve daha büyük menfaati ise 1821 bağımsızlık sürecinden beri yaptığı üzere dış güçlere yönelik... Atina, uluslararası topluma, Türkiye’den tehdit algıladığını söylüyor ve durumu sanki iki NATO üyesi arasında bir savaş riski varmışçasına pazarlıyor. Böylelikle Batı dünyasına Türkiye’yi güvenilmez bir müttefik olarak gösterip kendi jeo-stratejik kaldıracını yükseltmeyi murat ediyor.

Türkiye ve Yunanistan coğrafi özellikleri, ekonomileri ve siyasi pozisyonları nedeniyle tarihsel süreçte her zaman birbirinin rakibi olageldi. Merhum Fatin Rüştü Zorlu’nun vizyonuyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) yapılan üyelik başvurusunda bile belirleyici olan bu rekabetti. Türkiye, Yunanistan’ın 15 Temmuz 1959 tarihli AET başvurusundan yalnızca 16 gün sonra bu başvuruyu yaptı. Çünkü birinin üye olup diğerinin olmadığı senaryoda Türkiye, ihracat yarışında dezavantajlı duruma düşecekti. Türkiye’nin AB öyküsü işte böyle başladı.

Diğer yandan Yunanistan’ın tehdit fabrikasyonları kendisi adına sonuç veriyor. Atina’nın 2021’de Fransa ile yaptığı Savunma Antlaşması, 24 Fransız Rafale savaş jeti satın alımının üstüne bir de 3 milyar euroluk 3 Fransız fırkateyn satın alımı fırsatını getirdi. Keza ABD ile geçen yıl yaptığı Savunma Antlaşması ile Yunan topraklarındaki Dedeağaç ve Suda gibi Amerikan üslerindeki Amerikan askerlerinin sayısını artırdı. Bu üslerin sayısı 9’a çıktı. Ayrıca Amerikalılara Yunan askeri üslerine erişim izni verildi.

Yunanistan kendi kazanımları şöyle dursun, bir yandan Türkiye’nin kazanım elde etmemesi yönünde de bir siyaset takip etti. Miçotakis, Mayıs ayındaki ABD ziyaretinde şunları amaçladı; ABD’nin Türkiye’ye F-16 Blok 70 uçak satışı yapmasını önlemek, Türkiye’nin mevcut F-16 Blok 30 filosunun ise modernize edilmesini sağlayacak modernizasyon kiti satışını engellemek. Türkiye’nin çıkarıldığı F-35 programında üretici ortak statüsü kazanmak… ABD Türkiye’yi F-35 meselesinde sadece ortaklıktan çıkarmadı aynı zamanda 1.4 milyar dolar ödeyerek satın alacağı F-35’lere de el koydu. Yunanistan’a ise F-35’lerin satış izni çıktı. Türkiye ise bu vahşi düzende üzerinde çalıştığı Hürjet ve Milli Muharip Uçağı’na odaklanmış durumda… Anarşik uluslararası sistemde milli savaş uçaklarını 2029’da envanterine sokmayı hedefliyor.

ABD, güvenlik ve reel politik mevzu bahis olunca daha ceberrut olabilen Makyavelist bir devlet… AB ise liberal değerleri, Kant’ın ebedi barışını hedefleyen uluslar üstü bir yapı… Buna rağmen AB’nin 21 Mart’ta onayladığı Stratejik Pusula’sında Yunanistan’ın gözlükleriyle bakılıyor. Metinde Türkiye, “AB üyesi ülkelerin (yani Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın) egemenlik haklarına dönük provokatif ve tek taraflı eylemlerde bulunmakla” suçlanıyor. Yani Yunanistan, Tara’nın anlam veremediği biçimde bu gerilimde Türkiye’ye zarar vermekle kalmıyor. Ayrıca GSYİH’ya oranla silah harcamalarını da 1980’den itibaren düşürüyor. Yani Türkiye’den algıladığı tehditle silah harcamalarını artırdığı da fiktif bir argüman.

EGE DENİZİ’NDE EKONOMİK YETKİ ALANI İLAN EDİLMELİ

Türkiye ise tüm bu denklem için 2019’da Libya ile yaptığı deniz yetki antlaşmasını BM Genel Sekreteri’ne BM 102. Madde kapsamında onaylattırmayı başardı. Mısır ve İsrail gibi Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerini geliştiriyor. Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra AB’nin Rus gazına yönelik ambargoları gözlerin İsrail gazına çevrilmesini sağladı. Bu aslında, Stefan Zweig’ın deyişiyle dolaylı olarak Türkiye’nin de yıldızının parladığı bir an olabilir. AB ülkelerinin Rusya’dan aldıkları yıllık gazın miktarı 155 milyon metreküp. İsrail’in ise Akdeniz’de yaklaşık 1 trilyon metreküp gaz rezervi bulunuyor. Bu gazın İsrail-GKRY-Yunanistan yollu EASTMED gibi ekonomik olarak deli saçması projelerle taşınamayacağı ortada… İşte burada devreye “yalnız ve güzel ülkemiz” giriyor. Türkiye ve İsrail’in halihazırda süren bir ticari ilişkisi mevcut. Bu ilişkilerin gelişmesi ve Türkiye’nin İsrail gazının transferinde oynayacağı olası bir rol hem ülkemizin menfaatine olacak hem de Batı nezdinde Yunanistan’ın tezlerinin itibarını düşürecektir.

Türkiye’nin Yunanistan ile çözüm arayışlarının ise yakın gelecekte sonuç vermeyeceği görülüyor. Erdoğan, kalıpların dışında düşünebilen bir siyasetçi. Yunanistan ile olası bir çözüm ihtimalini daha önce test etti. Kıbrıs meselesinde, 2004 Annan Planı referandumunda Türk dış politikasının yapıtaşlarından biri olan Kıbrıs’ta iki devletli çözüm tezini bile gerektiğinde rafa kaldırdı. Referandumda tek devletli çözüme Türkler evet derken Rum Kesimi hayır dedi... Çünkü Rumlar, statükodan yani çözümsüzlükten memnun. Türklerin dostluğu Rumlar açısından para etmiyor fakat Türkiye husumeti para ediyor.

Erdoğan’ın “Benim için Miçotakis bitmiştir” sözünün arkasında da bu yatıyor. Çünkü Miçotakis’in Washington ziyaretinde görüldü ki karşınızda dostluk arayışında bir komşumuz yok. Cesedimizin üstünde dans etmek isteyen, Erbakan Hoca’nın tabiriyle gulu gulu dansçıları var. Erdoğan da Miçotakis’in gel-gitlerine, cambaza bak siyasetine artık beyin nöronu ve enerji harcamak istemiyor. İlişkileri alt kadrolara delege etmek suretiyle diyalogu sürdürüyor.

Bu meyanda Türkiye; BAE, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yanında Akdeniz’de kritik önemi haiz İsrail ve Mısırla ilişkilerini geliştirmeyi sürdürmelidir. Ege Denizi özelinde ise reel politik çerçevede acilen bir Ekonomik Yetki Alanı ilan etmeli ve Ege Denizi’nde, uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış sayıları 150’yi aşan her türden ada, adacık ve kayalık üzerinde egemenlik ilan etmelidir. Buna uygun süresiz Navtex yayınlamalıdır. 1996’da krize neden olan Kardak, bunlardan biriydi. Böylelikle potansiyel tartışma konusu olan adacıklara ilişkin son nokta konulabilir. Türkiye’nin ilkeli dış politika tutumunu sürdürmesi, çok boyutlu Yunan meselesinde meseleyi sadeleştirecektir. Madrid Zirvesi sonrası, Biden’ın Türkiye’ye F-16 satışlarına yeşil ışık yakmasıyla, Yunanistan’ın 1988 tarihli Yılmaz - Papulyas mutabakatına uygun hareket edeceği ve Ege’de tatbikatlarını durduracağının sinyalleri geldi. Bu durum nihai çözümü getirmese de hem Türkiye’nin pozisyonunu güçlendirecek hem de ticaretin doğası gereği hayata etik sınırlar içinde iki boyutlu fayda/maliyet perspektifinden bakan yeni nesil iş insanlarımızın konuyu anlamalarını kolaylaştıracaktır.

#Türkiye
#Yunanistan
#Atina
#Ege Denizi
#AB
2 yıl önce