6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunundaki amaçlar ile sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerezler kullanılmaktadır. Detaylı bilgi için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.




İslam’ı yeniden tolum dini haline getirebilmenin tohumu da yine bireydir. Sağlam ve ıslah edilmiş bir tohum olmadıktan sonra gürbüz ekinler olmaz. Bu sebeple kişinin kendisi ile duygularını eğitme, arındırma, kısaca onları müslümanlaştırma için olan mücadelesi büyük cihad, düşmanla olan mücadelesi küçük cihad sayılmıştır. Bu durum İslam’ın toplum dini olması gerçeğine ters değildir. Toplumda İslam’ı temsil edecek olan bireyin hazırlanmasıdır. Ya da sağlam bir binayı oluşturacak her bir tuğlanın iyi pişmiş olması binanın sağlamlığı için ön şarttır.
Burada müslümanca bir toplum oluşturmak için iyi bir birey olmak mı, yoksa iyi bir birey olabilmek için sağlam bir toplumun bulunması mı öncelikli hedeftir, tartışılabilir. Bakara 143 te müminlerin insanlık için şahitler olmasından söz edilir. Bunun bir anlamı da, Allahualem, her bir müminin İslam’ın canlı örneği olması, tanınmaz, bilinmez, gaib bir birey değil, hal ve gidişiyle gaibin zıddı olan şahit hale gelmesi, yani İslam’ı temsil etmesi demektir. Çünkü insanlar öğüt almaktan çok örnek görmekten etkilenirler. Akıllarından çok gönülleriyle ikna olurlar. Ama her ikisinin de yeri ayrıdır. İslam için bir müslümanın kötü hali, inkârcının günahkâr halinden daha tahripkâr bir görüntüdür.
Çok ilginçtir, Allah Kuranıkerim’de bize dua örnekleri verirken bir yerde ‘rabbimiz, bizi zalim bir topluluk için fitne eyleme’ (Yunus 10), bir yerde de ‘rabbimiz, bizi kâfirler için fitne eyleme’ (Mümtahine 5) buyurur. Bunun bir anlamı da, onlar bize bakarak İslam’dan uzaklaşmasınlar, biz toplumda İslam’ı kötü gösteren bir temsille bulunmayalım demektir. Bir anlamı da iyi bir temsilci olabilmek için kendimize düşeni yaptıktan sonra dualarımızla Allah’tan da destek istememizin gereğidir. Yani bu iş zordur, tek başımıza başaramayız demektir.
Ayrıca bu konuda müminlerin kendi aralarında da yardımlaşmaları gerekir. ‘Kâfirler birbirlerinin velileridirler, eğer siz de böyle olmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bozulmalar olur’ (Enfal 73). Veli, hemen yanı başınızdaki dost ve yardımcı demektir. Mekke döneminde müslümanlar böyleydi. Birbirlerinin hakiki anlamda velisi idiler. Orada İslam’ın devleti yoktu. Temsil bu dayanışma ile yapılıyordu. Allah bu ilk müslümanları özellikle över. Sonrakiler ibadetlerde belki onları geçtiler ama hiçbir zaman onların kıratına ulaşamadılar.
Sağlam bir toplumun olabilmesi için öncelikle bireyin sağlam olması gerekir ama bireyin sağlamlığı da tek başına yeterli olmaz. Sağlam bir tuğla duvarda olursa ancak kendi fonksiyonunu gerçekleştirmiş, binayı oluşturmuş olur. Aksi halde tuğla olarak kalır ve ufalanıp yıpranması kolay olur.
Derler ki, Büyük İskender dünyayı fethe çıkmış, Hindistan’a ulaşmış, orada garip hareketler yapan insanlar görmüş ve böyle ne yaptıklarını sormuş. Yoga yapıyoruz, kendimizi fethetmeye çalışıyoruz demişler. Ben de dünyayı fethetmeye çalışıyorum demiş. Kendini fethetmeden dünyayı fethetmeye çalışmak zulmü sonuç verirse, sadece kendini fetihle uğraşmak da mağlubiyeti ve bitişi sonuç verir. Kıl dönmesi gibi bir illet oluşturur. Bizim tasavvufumuzdaki çile ve uzlet edebiyatı bu açıdan ele alınmaya değer. Bazı sufiler bu problemi fark etmiş olacak ki, bunu ‘halvet der-encümen’ anlayışıyla aşmaya çalışmışlar. Yani hem toplumun içinde olacaksınız, hem de halvet yaşayacaksınız. Bu nasıl olur, onu da biz anlamıyoruz.
Biz tek başımıza namaz kılsak bile ‘iyyake-na’budü ve iyyake nestaîn’ deriz. ‘Rabbimiz, biz sadece sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım dileriz’. Ederim, dilerim değil, ederiz dileriz. Yani dua bile toplum gücüyle olursa, ‘biz’ ile olursa kabule daha yakın olur.
İlk gelen surelerden olan Ma’ûn Suresi yardımlaşmaya vurgu yapar. Dini inkâr etme, yetimi azarlama, muhtaçların doyurulmasının yollarını aramama, namazından gafil olma, yaptıklarını gösteriş için yapma ve ma’ûnu engelleme aynı kategorideki lanet sebepleri olarak gösterilir. Ma’ûn, iğneden bineğe, insanların ihtiyaç duydukları gündelik araç gereçlerdir. Bunları komşularına ya da arkadaşlarına ödünç vermeyenler işte bu tehdidin muhatapları arasındadırlar. Bizdeki ‘kötü komşu insanı mal sahibi yapar’ sözü buna işaret eder. Kötü komşu, komşusunun istediği bir aracı gereci vermez. Vermeyince o da bunu satın almak zorunda kalır. Oysa mesela bir pense on hanenin pense ihtiyacını görür de artar. Herkes komşusuna bir pense vermeyi istiskal edince bir yerine on tane pense satın alınmış olur. Yani işin bir de ekonomik boyutu var.

Etrafında toplanacakları bir lider isteyenlerin, o lider geldiğinde onu beğenmemelerinin tipik örneği ve psikolojisine dair bütün ipuçları Bakara Suresi’nde Talut ve Calut hikayesinde anlatılır.
Video: Gelmekte olanı karşılamaya hazır mısın? (Talut ve Calut kıssasından dersler II)
Mesih veya Peygamber bekleyen İsrailoğulları kendilerine geleni, Hz. İsa’yı, kabul etmedikleri gibi ona çektirmediklerini bırakmadılar. Bazen kendi içlerinden kendilerine gönderilen peygamberleri, “fazla kendilerinden” diye, o kadar ki, sıradan insanlar gibi halkın arasında çarşıda pazarda geziniyor ve hiçbir mucize göstermiyor, yanında onu destekleyen melekler yok diye reddettiler hatta öldürdüler.
Bazen de tam da bu eleştirilerine cevap olmak üzere aralarına bir mucize olarak gelen, doğuşuyla mucize olan, ölüleri dirilten, dokunduğunu iyileştiren, gözü görmeyenleri gördüren eylemleriyle ve son derece etkili ve hikmetli konuşmalarıyla mucize olan Hz. İsa’yı da kabullenmemek için bin dereden su getirmekle kalmadılar, onu çarmıha gererek öldürmeye kalkıştılar.
Buna rağmen İsrailoğullarında da, sonradan Hıristiyanlarda da Mesih beklentisi, günün birinde dünyayı kurtaracak ve iyi insanları etrafında toplayacak bir lider beklentisi sona ermedi. Peygamber Efendimiz bu dünyaya şeref verdiğinde ona dair her iki din arasında ve bu iki dinin tebliğlerine aşina Mekke ahalisinde de bir peygamber beklentisi vardı. Nitekim O geldiğinde aslında “O’nu çocuklarını tanır gibi tanıdılar”, ama bu, çoğunun ona tabi olmalarına yetmedi. Onu kabul etmekten onları alıkoyan şey kendilerini bu göreve daha layık görmeleriydi. Nasıl olur da İsrail soyundan olmayan, yani ümmi (gentile) biri bu şerefe layık görülebilirdi?
Oysa Allah ilmi ve mülkü istediğine veriyordu ve Allah’ı hakkıyla tanıyanlara onun bu seçimindeki hikmeti üzerine düşünüp teslim olmaktan başka bir şey düşmezdi. Onlar kendilerine yüklenen sorumluluklara bakmaksızın kendilerine ilelebet bir imtiyazın verilmiş olduğu vehmine ve kibrine kapılmışlardı.
Peygamberlerinden bir lider talep eden İsrailoğulları da Allah tarafından kendilerine tayin edilen Talut’u kendi soylarından değil diye kabullenmeye yanaşmadılar. Oysa istedikleri şey bir liderdi, savaş sanatını, yönetmeyi iyi bilen, gücü ve yetenekleri yerinde biriydi ve bu özellikler Talut’ta vardı, o göreve ehil ve layık biriydi. Bu ise belli ki onları hiç ilgilendirmiyordu. Oysa Peygamberlerine bu talebi sunduklarında ondan gelecek olan tavsiyeye son derece açık olmaları gerekmez miydi?
Yahudi teolojisinde ve sonradan çağdaş Yahudi felsefesinde çok önemli bir sorunsal haline gelmiş olacak bu tavır. Öteki’nden gelecek olana açıklık, ona teslimiyetin sınırları…
Öteki’ni yok etmeden, Öteki’nin ötekiliğini gidermeden onu kendi beklentilerimizin ve tanımlamalarımızın içinde yok etmeden bir ilişki kurabiliyor muyuz?
Ötekilik kavramını, düşman gibi algılayan, dolayısıyla ötekileştirmeyi düşmanlaştırma olarak algılayan bir bağlamdan bahsedilmiyor olduğunu fark etmemiz lazım. Burada Ötekilik aslında ilişkinin etkisinden bile münezzeh bir özgürlük halidir. Ötekini tanımlamaya başladığımız anda, ondan beklentilerimizi yansıtıp onu bu beklentilerimizin içinde davranmaya zorladığımız anda ötekiliğini de yok etmiş oluyoruz. Bırakınız Öteki öteki olarak kalsın.
Yahudi teolojisi aslında buna çok açık. Tanrı’nın Adı’nı zikretmemekle, O’nu dahi kendi tanımlamasından, kendi tasvir ve belirlemesinden münezzeh kılmaya çalışır. Burada işleyen Tevhid ilkesinin ta kendisidir.
Ünlü Fransız Postyapısalcı Yahudi (ama aynı zamanda ateist olduğu söylenen) filozof Jacques Derrida’nın dostluk üzerine bir konferansına “dostlarım, dost diye bir şey yoktur” diye başladığı bilinir. Burada kast ettiği şey dost olarak bilinenlerin, bizim beklentilerimizle önceden fazlasıyla belirlenerek yok edilmiş olmasıdır. Dost dediğimizi zaten istediğimiz kalıba sokmadan ona dost demeyerek dostu yok ediyoruz.
Bir ara bu konuya da girelim.
Ancak bu teolojik arkaplana, bu etik ölçülere sahip İsrailoğulları kendi peygamberlerinden bir lider istediklerinde zaten kendisine tabi olacakları değil, kendilerine tabi olacak birini beklemiş olduklarını gösteriyorlardı. “Heva ve hevesleri” peygamberi de kendilerine mülk haline getirmeye, “iktidar istençlerine” tabi kılmaya hazırdı. Kendisine bu lider sipariş edildiğinde o peygamberleri bunu görüyor ve istedikleri liderin daha kendilerine gelmeden gönüllerinde bertaraf edilmiş olduğunu da anlıyordu. “Savaşmayacaksınız, gerisin geri savaştan kaçarsınız bu halinizle” diyordu.
Çünkü biliyordu o, beklentilerine uygun olarak gelmeyecekti istedikleri lider. Beklentileri, gelmekte olanı çoktan kendilerine benzeterek öldürmüştü zaten. Oysa gelecek olan öncelikle kendilerini değiştirmeye, bulundukları halin ötesine geçmeye çağıracaktı.
Talut, bekledikçe kendilerine benzettikleri kişiden çok farklıydı tabii. O yüzden geldiğinde onu kabul etmemek için nedenler ileri sürmeleri kaçınılmaz oluyordu. “Peygamberleri onlara, “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlarsa, “biz hükümdarlığı ondan daha fazla hakederken, üstelik kendisine hiç zenginlik de verilmemişken, o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir?” dediler. (Peygamberleri) dedi ki: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, ona bilgide de bedende de fazlasını verdi.” Allah, hükümdarlığı dilediğine verir. Allah, her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir.”
Ya biz, bugün adamakıllı mücadele etmek için neyi bekliyoruz?
Bir şey mi bekliyoruz?
Beklediğimiz geldiğinde onu karşılamaya hazır mıyız?
Onu olduğu gibi kabul etmeye açık mıyız, yoksa gelmekte olanı tanımaktan bile hızla uzaklaşıyor muyuz?
Ya beklentimizin havasında ve ruh halinde bütün gelmekte olanın gelme ihtimalini önceden yok ediyorsak?
Ya bu beklentinin kendisi bizi içinde bulunduğumuz halin yeterli sorumluluğundan uzaklaştırıyorsa?
Sormaya ve sorgulamaya devam edeceğiz.


