6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunundaki amaçlar ile sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerezler kullanılmaktadır. Detaylı bilgi için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.






Kendimizden dine bakmakla, dinden kendimize, hayata, dünyaya, varlığa bakmak iki farklı şey... Biz yeni zamanlarda daha çok birincisini yapıyor, ikincisini yaptığımızı zannediyoruz. Dolayısıyla din ile yeni ortalama dindar profili arasındaki mesafe her geçen gün kontrolsüzce açılıyor. O kadar ki, bir çok noktada yeni ortalama dindar profili, dinin vazettiği insan tasavvuru ile bırakın bağdaşmamayı, açıkça çelişiyor, hatta derinden derine çatışıyor. Bu mesele, insanların inançlarındaki samimiyeti ile ilgili bir mesele değil, hassasiyetle üstünde durulması gereken bu değil büyük ölçüde. Bir idrak kırılmasından, bir anlam çözülmesinden, hayatın seyrinde yaşanan hızlı değişimin yolunu açtığı çeşitli etkileşimler altında istikametin bir parça şaşması ve bocalayan insanın sağa sola savrulmasından söz etmeliyiz belki de daha çok.
Yaşadığımız topraklarda din meselesi her zaman hassasiyet taşıyan bir mesele oldu. Bugün de durum farklı değildir. Dinle ilgili her tartışma başlığı toplum hayatının her köşesine dalgalar halinde yayılıyor. Mesele doğru ortaya konursa belki daha doğru ama yanlış konursa giderek yanlışlık katsayısı, tansiyonu, harareti artarak yayılıyor. Son zamanlarda maalesef ikinci ihtimal daha çok gerçekleşiyor. Dini meseleler yanlış biçimde masaya geliyor, ehil olmayan zihinlerce yanlış biçimde tartışılıyor ve nihayetinde tevhid şuuruna hiç de uygun olmayan neticeler ortaya çıkıyor. Her meselenin yüksek sesle konuşan tarafları oluyor ve onların sesleri genellikle hakikatin sesini duyulmaz hale getiriyor.
Aslında çok değerli bir şey olan samimiyetin, sağlam ve berrak bir kaide üstüne oturtulamadığında doğru hissiyatın önüne bir engeller duvarı ördüğünü görebilmeliyiz. Aksi halde, bu savrulmalar kalıcı hale gelecek ve etkisini çoğaltarak bizi hakikatin merkezi noktasından her geçen gün daha uzak noktalara sürükleyecektir. Bugün ne yazık ki, bu hayati meselelerin aslî noktalarına çoğu zaman ilgisiz ve uzağız. Buna karşılık, tali meselelerde, özellikle de kıvılcımlanmaya müsait konu başlıklarında klişelerin yönettiği tartışmalar içine giriyoruz. Üzülerek ifade etmeli ki, çoğu zaman bu hararetli meseleleri aklı selimle düşünecek zihinsel ve duygusal olgunluğa da sahip olamıyoruz. Statik kalıplarla düşünüyor, aynı popülistçe argümanları tekrar edip duruyoruz. Bu bizi, dinin meselelerine bakış noktasında ağır bir şuur kaybına sürüklüyor. Dolayısıyla samimiyetle inandığımız değerlere uygun bir hayata, o derinlikte bir idrake, o dirayette bir şuura, o durulukta bir ahlaka, o berraklıkta bir hakkaniyete, o güzellikte bir insanlığa sahip olamıyoruz.
Toplum içine sürüklendiği bu zihinsel ve duygusal erozyondan kendi çabasıyla çıkamıyor, çıkamaz. Hatta biraz daha ileri gidip, dini anlama ve yaşama ahvalimizde ciddi sıkıntılar olduğunu henüz fark etmiş bile olmadığımızı da söyleyebiliriz. Bu noktada, işin ehlinin, ilim ve irfan sahiplerinin daha fazla yol gösterici olması gerekiyor. Treni yeniden rayına sokacak olanlar onlar olabilir ancak.
Mehmet Görmez hocamızın geçtiğimiz hafta Habertürk kanalındaki konuşması pek çok noktadan önem arz ediyordu. Hem bizim ilim irfan ehlinden beklentilerimize yetkin bir karşılık olması hem modern hayat içinde yaşadığımız tehlikeli şuur ve idrak kayıplarıyla ilgili hassasiyetler taşıması hem de cesaretli ve ufuk açıcı vurguları bakımından önemliydi hocamızın sözleri. Meselenin medyatik ilgilerin ötesine taşan bir dikkati ve ilgiyi hak ettiği kanaatindeyim. Ama özellikle dini zihninde ve kalbinde, kimliğinde ve kişiliğinde samimiyetle taşıyan kalabalıkların gündeminde hak ettiği yeri buldu bu önemli meseleler, ondan pek emin değilim.
Her şey değişti, biz istemesek de bu böyle... Yanlış istikametlere doğru savrulduğumuzu görebiliyorsak eğer, bizim de kendimizi ‘değişmez olan’ın rehberliğinde değiştirmemiz gerekiyor. Tasavvurumuzu, ufkumuzu, idrakimizi, şuurumuzu, ahlakımızı, hassasiyetlerimizi yeni baştan inşa etmemiz gerekiyor. Ancak anlaşılan o ki önce bunu hakkını vererek bir anlamamız gerekiyor.


‘’Türk Masalları satıyor mu’’ sorusunu, Türkiye’de çocuk yayıncılığını hem içerik hem de yayıncılık açısından en iyi bilen isimlerden birisi olan, aynı zamanda masal yazarı ve akademisyen Dr. Melike Günyüz’e sordum. Melike net bir cümleyle; Avrupa masalarının her zaman Türk masalları ile kıyaslanamayacak derecede çok sattığını söyledi.
‘’Grimm masalları, Andersen masalları, La Fontaine masalları’’ hepsi her dönem yeniden elden geçiriliyor, resimleniyor, dönemin ruhuna göre güncellenerek her dönemin çocuklarının belleklerinde de kütüphanelerinde de yer alma başarısı gösterirken bizim masallarımız bu uyarlamadan geçmiyor ve bu nedenle de kitap olarak satışları çok düşük.’’Melike Günyüz günümüz Türk yazarları tarafından kaleme alınan fabl türü yeni masal kitaplarının daha çok tercih edildiğini de söylüyor.
Anlaşılan o ki Dede Korkut başta olmak üzere Türk destanlarının bugünün çocuğuna göre yeniden uyarlanması, yazılması, resimlenmesi gerekiyor. Ancak o zaman Türk çocukları bir Andersen masalları kadar Dede Korkut masallarını bilebilir. Hobbitleri ve pek çok kelt mitolojisine ait kahramanları ezbere bilen Türk çocuklarının Oğuz Türkleri’nin kahramanlık destanını bilmemesini bir kayıp olarak görüyorum. Burada ödev kime düşüyor bilmiyorum ancak Dede Korkut destanlarının Türk kültürünün atlası olarak daha çok çocuklarımızın belleklerinde yer etmesini isterdim..
Bu konuya nereden geldim derseniz. Malum bu pazar günü Türk Kahvesi programı var. Konuğum Mustafa İsen olacak. Mustafa İsen yaptığı çalışmalarla Türk edebiyatına değer veren ve verdiren bir kültür insanı olarak özel bir konuma sahiptir. Program öncesi kitaplarına göz atarken dikkatimi çeken , noktalardan birisi de Dede Korkut masallarına verdiği önem oldu. Öyle ki bu masalların Sırp, Hırvat dili dahil pek çok dile çevrilmesine de katkı sağlamış olan Mustafa İsen Dede Korkut’un önemini şöyle anlatıyor:
‘’Dede Korkut kitabı, gerek yurt içinde gerek yurt dışında üzerinde pek çok inceleme yapılan eserlerin başında geliyor. Hatta denebilir ki üzerinde en çok tartışma yapılan eser de yine Dede Korkut Destanı’dır. Fuad Köprülü’nün ‘’Türk Edebiyatı’nın bütün eserleri terazinin bir tarafına, Dede Korkut öbür tarafına konsa yine Dede Korkut tarafı ağır basar’’ cümlesi onun Türk edebiyatının temel kitaplarından birisi olduğunu ifade eder.’’
Dede Korkut Rusçaya,İtalyanca’ya,Almanca’ya,İngilizce’ye, Sırpça-Hırvatça’ya beş dile çevrilmiş bulunuyor. Mustafa İsen Varayım Gideyim Urumeli’ne isimli kitabında Sıpça-Hırvatça çevirisini yapan prof. Dr. Slovoljub ile yaptığı mülakata da yer vermiş. Mülakatı okurken Sırp çevirmenin vardığı farkındalığın bizde de oluşması temenni ettim.
Djindjiç destanın çeviri metodunun farklı olduğunu, filolojik bir çeviri yapılmadığını, destanın sesini ruhunu yansıtacak edebi tercüme yaptığını söylüyor ve ilave ediyor: “ Oğuz kahramanlık destanlarının kendine özgü üslubu çevirmen için bir zorluk oluştursa da bu tip eserler için yeni bir çeviri modeli kurmak gerekti. Türk destan üslubunun ses tonunu muhafaza etmek, atmosferin yoğunluğunu aktarmanın yanında, yeknesaklık tuzağına düşmemek gerekiyordu. ‘’
Türk destanının bütün edebi, kültürel ve tarihsel niteliklerini temsil eden ve dünya destan hazinesindeki önemli bir yeri olan Dede Korkut’u Türk çocuklarına okutabilmek sadece bu tesbiti yapmakla ya da ‘okuyun’ demekle olmuyor. Çocukların okuyabileceği uyarlamaların Sırp çevirmenin sözünü ettiği unsurlar korunarak bizim tarafımızdan da yapılması gerekiyor. Kelt mitolojisinin ormanlarını ezbere bilen o büyülü dünyada yaşayan çocuklar neden bizim otlaklarımızı obalarımızı öğrenemesinler sevmesinler…Bu arada bu formata uyan Şafak Tavkul’un yazıp resimlediği Küçük Ok kitap serisini tavsiye ederim. Kitapların isimleri içeriği anlatıyor. ‘’Uyuz İnek Nasıl Boğa Olur, Tepik Oyunu ve Kuyruksuz At’’. Çocukları Bamsı Beyrek, Boğaç Han ile tanıştırmanın, ‘’at binmenin, boy boylamanın soy soylamanın’’ ne demek olduğunu anlatmanın vakti geldi de geçiyor…
BİLGİSAYARIN ŞARJI BİTİNCE İLİM BİTİYOR…’’
Perşembe akşamı televizyonlarda onlarca dizinin arasında Habertürk’ün Cübbeli Hoca ile yaptığı ‘’Türkiye’nin Nabzı’’ programı benim dahi ilgimi çekti. Benim dahi diyorum zira bir yıldır filan tartışma programı izlemiyorum. Hoca’nın fikirlerine katılıp katılmamak ayrı bir konu. Burada bizi ekran karşısına çeken, Cübbeli Hoca’nın tutarlı bir din adamı profili çizmesiydi. Ayrıca programda ‘her tür soru soruluyor, o da açıklıkla yanıtlıyor’ duygusunu izleyiciye geçirdi. Kendi tabiriyle ‘’bilgisayarının şarjı bitince ilmi biten’’ din adamlarından olmadığını gösterdi. Pek çok konuda hemfikir olmasam da! Mesela çocukların özellikle genç kızların okula gönderilmemesinin sonuçları kadınlar cephesinden ayrıca tartışılsın isterdim. Diğer taraftan Cübbeli Hoca ‘’mektepçi değiliz’’ derken konuya ilişkin genel bir yaklaşım ortaya koydu ki; bu mesele başta Amerika’da olmak üzere dünyanın pek çok yerinde farklı dinlerde de tartışılan bir konu olmaya devam ediyor. Programda şaşırdığım, ilginç bulduğum pek çok bilgi de vardı. Türkiye’nin bölgenin geleceğinde karşılaşacağı sorunlar açısından önemli uyarılarda bulundu. ‘’Derin devlet olmazsa sığ devlet ortaya çıkar’’ dedi. Diyanet’in raporunu eleştirdi. Bu raporda yer alan 2 bin selefi örgüt tesbitine dikkat çekti. Maturidi ekolünün zayıflatılması, şii-selefi anlayışın yayılması, din eğitimindeki başarısızlık önemli tespitlerdi. Doğrusu Cübbeli Ahmet Hoca’nın söyledikleri üzerinde artısı ve eksisiyle düşünmeliyiz.