Maalesef Türkiye'de hala ciddi bir şekilde kamu yönetimi reformuna ihtiyaç var. Her şeyden önce AK Parti'nin reform projesi tamamlanamadı. Reformun yerel yönetimler ayağında önemli gelişmeler kaydedilirken, merkezi idarede neredeyse hiçbir mesafe kat edilemedi. Dolayısıyla Türkiye'nin en önemli yönetim sorunu olan merkezileşme bütün haşmetiyle duruyor. Devlet personel rejimi hala çalışma hayatının kalitesini olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor.
2004'te kamu yönetimi reformuyla ilgili projeyi gündeme getirirken hem yönetimin öğeleri hem de yönetimin fonksiyonları açısından ele almış ve farklı reform alanları tanımlamıştık. Yönetimin öğeleri açısından merkezi idarenin, mahalli idarelerin, düzenleyici ve denetleyici üst kurulların ve YÖK'ün vb. reformu söz konusuydu. Yönetimin fonksiyonları açısından bakıldığında ise planlama ve denetlemeye öncelik verilmişti. Devletin temel planlamaları yapması, standartlar oluşturması ve bunlar üzerinden denetim yapmasını sağlayacak bir çaba içerisine girmesi, denetim sistemlerini yeniden tanzim edip daha etkin ve verimli hale getirmesi düşünülmüştü.
İçinde yaşadığımız dünya sürekli değişiyor. Bu değişim kamu yönetimi alanında da değişim yapmaya zorluyor. Kısaca ülkemizde kamu yönetimi reformuna hala şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Hatta bu bir zorunluluk denilirse abartılmış olmaz.
Bu dönemlerde devlet yönetiminin temel varsayımları üzerinde değişiklik yaptık. Bence bu çok önemliydi.
Varsayımlardan birisi şuydu. Türkiye'de devleti merkeze alan bir yönetim anlayışı hakimdi. Halk sorumlulukları olan bir kesim olarak öngörülüyor, bireylerin veya halkın hak ve özgürlükleri üzerinden herhangi bir değer atfedilmiyordu. Devletin hakları vardı, halkın sorumlulukları... Biz kamu yönetiminin yaklaşım tarzını değiştirip, halkı merkeze alan bir yönetim anlayışı ortaya koymaya, devleti de halka hizmet eden bir araç haline dönüştürmeye çalıştık.
Tam olarak başarıldı denilemese de 2003'den bu yana devletin tanımını ve algısını değiştirecek pek çok düzenleme yapıldı. Mesela halkın iradesi üzerindeki vesayet kaldırılmaya çalışıldı. MGK Genel Sekreterliği sivilleşti, askeri yargının yetki alanı daraltıldı, EMASYA Protokolü kaldırıldı. Yargıda ciddi reformlar yapıldı ve HSYK yapısı daha demokratik hale getirildi. Darbeciler yargılanmaya başladı, devletin şeffaflığı artırıldı, bilgi edinme kanunu, DGM'lerin kaldırılması, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, farklı dil ve lehçelerin seçmeli ders olması ve kamusal alanda kullanılabilmesi gibi... Özel ilgi bekleyen gruplara yönelik pozitif ayırımcılıklar yapıldı, terör mağdurlarının yaraları ve zararları tanzim edildi. Bütün bu çabalar devlet algısını değiştirmeye, sivil toplumu yapabilir kılmaya ve halkı güçlendirmeye yönelikti.
Demokrasi ve temel insan hak ve özgürlükleri üzerinde devletin kısıtlamaları olmamalıdır. Nitekim biz reform projesini yürütürken, temel kanun tasarısına 'kamu idaresinin amacı; ...vatandaşların temel insan hak ve özgürlüklerini kullanmasının önündeki engelleri kaldırmaktır' şeklinde bir madde yazmıştık. Bu ifade devrim niteliğinde bir kapsama sahipti. Kamu yönetiminin mevcut paradigmasını ters yüz ediyordu. Cumhurbaşkanı durumu gördü ve sadece bu ifade için sekiz sayfaya yakın gerekçe yazarak iade etti. Ama daha sonra bu alanda da önemli gelişmeler kaydedildi. Ama henüz bu düzenlemeler tüm toplum tarafından benimsendi ve herkes kendi hakkının farkında diyemeyiz. Çünkü özellikle zihniyet ve kültürel süreçlerdeki değişimler topluma geç sirayet ediyor. İnsanların bunun farkına varması ve bu yolları kullanarak tecrübe kazanması zaman gerektiriyor.
Siz özgürlük alanını genişletiyorsunuz, bunu yaparken idealist bir tavır sergiliyorsunuz. Ama beklenmedik bir durum ortaya çıkıyor. Mesela bir kişi veya grup, bu alandaki tanınan hakları ve getirilen serbestliği istismar ediyor. Maalesef bu tür bir istismar, 17-25 Aralık darbe teşebbüsünde yargıda görüldü, biliyorsunuz. Bu istismarlar idealist olarak yapılmış düzenlemelerin yeni bir takım tedbirlerle kısıtlanmasını yahut istismarı önleyecek yeni düzenlemeler yapmayı zorluyor.
İlkesel olarak doğru olduğundan emin olunan düzenlemelerde birilerinin istismar etmelerine karşı daha sabırlı olunmalıdır. Bu tür süreçlerde, verilen hakları geri almak yerine ilkesel duruşu koruyarak, istismarcıları cezalandırmak ve istismarı önleyecek düzenlemeler yapmak gerekir. Çünkü hukuku sıklıkla değiştirdiğinizde hukuka güven kalmıyor.
Biz hiçbir zaman yerel özerkliği düşünen bir kamu yönetim reformu tasarlamadık. Ama en geniş anlamıyla yerel yönetimler özerkliğini sağlamayı hedefledik. Yerel yönetimlerin özerkliğinin, yerel özerkliğe kapı açacağına dair iddialar zayıf bir varsayımdır. İkisi birbirinden çok ayrı şeylerdir. Her şeyden önce yerel yönetimler özerkliğinde güvenlik güçleri, yargı, vergi toplama ve kaynakları dağıtma vb. fonksiyonlar merkezi idarenin elindedir. Merkezi idare buna tedbir almıyorsa, sorun kendisindedir.
Orada illegal bir yapı var, yeraltında bir örgüt var, birilerine silah gösterip para topluyor. Bana göre, bu tamamıyla merkezi idarenin zafiyetidir. Seçim sürecinde birilerinin tehditle oy aldığını herkes görüyor. Bunlar açık bir güvenlik meselesidir. Siz acaba demokratik bir ülkede, mesela İngiltere'de birilerinin insanların evine gidip tehdit etmelerine ve oyunuzu bize vereceksiniz demelerine göz yumulacağını hiç düşünebilir misiniz? AK Parti iktidarından önce, orada ölçüsüz bir şekilde ceberrut bir devlet vardı, demokrasi yoktu; şimdi demokrasi var devlet yok olursa ölçü yine kaçırılmış olur. Devlet de, demokrasi de varlığını güçlü bir şekilde hissettirmelidir.
Çünkü, Türkiye'de merkezileşme ideolojik bir boyut taşır. Osmanlı döneminden günümüze reform süreci uzun bir geçmişe sahiptir. Nizam-ı Cedid hareketiyle reform çabalarının başladığını kabul edersek iki yüz yıllık bir tarihe sahip. O tarihten beri hem Osmanlı Devleti hem de onu takip eden Cumhuriyet, batılılaşmayı bir gelişme (reform) ideolojisi olarak benimsedi. Bu kapsamdaki devrimler 'halk için halka rağmen' bir tercihtir. Tabi bu zeminde ideolojiyi halka kabul ettirebilmek için, merkezileşme ve otoriterleşme bir güvence olarak görülmüştür.
Bu “merkezileşme güvencemizdir” kanaati 2003'e kadar sürdü. AK Parti 1800'lü yıllardan bu yana ilk defa, yüksek sesle merkezileşme sürecini durdurmaya teşebbüs etti. Yerinden yönetim fikrini toplumun önüne bir tercih olarak koydu. Tepkinin sebebi budur.
Evet düşünüyorum. Çünkü o zihniyeti hala devam ettiren bir anlayış Türkiye'de var. Bu birkaç nesil Türkiye'de devam edeceğe benzer. Yani sadece bugünden itibaren değil. Türkiye'de özellikle muhalefete bakınız. Geçmişte kamu yönetimi reformuna itiraz edenlerle, bugün AK Parti'ye itiraz edenlerin nerede ise birebir örtüştüğünü görürsünüz.
O söylemlerin hepsi, tamamen kafa karıştırmaya yönelik. AK Parti yaptığı hukuki düzenlemelerle sistemi demokratikleştirecek adımlar attı. Otoriterleşme iddiaları dikkatlice incelenirse, evrensel standartlarda bir eleştiriden ziyade, sivil yönetimin güçlü bir şekilde politikaları şekillendirmesinden duyulan antidemokratik refleksler olduğu görülebilir. AK Parti'ye otoriterleşme eleştirilerini dile getirenler, bütünüyle kendi otoritelerini kaybetme telaşı içinde olanlardır.
Gerçekte bu iddianın arka planında Türkiye'yi kendi ideolojilerinin mahkûmu haline getirme, devlet merkezli bir paradigmaya tekrar geri çevirme çabası var.
Devletin zihniyetinde önemli değişiklikler yapıldı ama onların topluma sirayetiyle ilgili bazı sorunlar yaşanıyor. Mesela yerel yönetimlerde; Belediye Kanunu, Büyükşehir Belediyesi Kanunu, İl Özel İdaresi Kanunu gibi alanlarda bence son derece önemli reformlar yaptık. Yerel yönetimlerin yetkileri çok genişledi. Kent konseyi, hemşehrilik hakkı gibi birçok düzenleme ile yerel demokrasiyi artıracak tedbirler alındı.
Yerel yönetimlerin yetkileri artırılırken merkezi idarenin yetkileri gözden geçirilemedi maalesef. Merkezi idare hala merkeziyetçi ve hala otoriter. Merkezi idarede de yetkinin alt kademelere devri söz konusuydu. Merkeziyetçiliği önleyecek tedbirler alınmalıydı. Bunun belki bir ileri safhası merkezi idarenin küçülmesi… Ama merkezi idareyi reforme edemediğimiz için, mahalli müşterek hizmetlerdeki merkezi idarenin yetkileri de varlığını korumaya devam etti. Böylece aynı alanda ikili bir yetki doğdu.
Merkezi idarenin çok güçlü olması ve yerel yöneticilerin merkeze bağlı alışkanlıkları sebebiyle çatışma olmadı. Merkezi idare, yerel yönetimlere kanunla verilen yetkileri görmezden geldi ve değişik yöntemlerle; yönetmeliklerle, genelgelerle yahut da farklı düzenlemelerle kendi yetkilerini ve gücünü yerel yönetim üzerinde kullanmaya devam etti.