“Hayatlarımıza hükmeden bütün o büyük fikirlerin arasında, sanki bir tek aşk zamanda donup kalmış gibidir. Acaba neden?” Bu sorunun cevabını bulmak için yola çıkan Simon May, Aşkın Tarihi kitabında birbirinden farklı zamanlara damgasını vurmuş düşünürler ve metinlerden yola çıkarak aşkı anlamaya çalışıyor.
Aşkın Tarihi’nin aslında insanlığın tarihiyle eşdeğer olduğunu düşünürsek, ortaya çıkan tablo ne kadar insan varsa o kadar aşk vardır dedirtiyor. Çünkü insanı evrene bağlayan bu eşsiz duygu umutla beslenip, yaratıcılığın en önemli kaynağı olmaya devam ediyor. Modern dünyanın bize sunduğu kalıpların bir zamanlar aşk denen şeyden ne kadar farklı olduğunu görmek ise “aşk” üzerinden yaratılan manipülasyonları bir nebze anlamamıza yardımcı oluyor. Simon May koşulsuz bir aşkın olmayacağını, aşkın sonsuza kadar sürmeyeceğini ve aşkın görüp görebileceğimiz en bencil şey olduğunu bir solukta anlatıyor.
Din olarak aşk bölümü iflah olmaz romantiklere yeni ve farklı şeyler söylüyor. Çünkü Simon May, Eski Ahit ve İncil’in aşka bakışından yola çıkarak temel tezini açıklıyor. Buna göre Aşk, batıda Tanrının ölmesiyle birlikte yerine en az onun kadar güçlü bir duygunun konması için üretilmiş bir duygu.
Tanrı rolündeki aşk bölümünün şu cümlelerle başlaması bunu gösteriyor: “Nietzsche, 1888’de “aradan iki bin yıl geçti ve tek bir yeni tanrı çıkmadı” diye feryat etmişti. Ama yanılıyordu. Yeni tanrı oracıkta, burnunun dibinde duruyordu. Bu yeni tanrı aşktı: İnsani aşk”
Üreme duygusu olarak aşk başlığında yer alan Schopenhauer’un görüşleri oldukça dikkat çekici. May ünlü düşünür için “Schopenhauer, cinselliğin günümüzde neredeyse her şeyin reklamında kullanıldığını görseydi, herhalde hiç şaşırmazdı” diyor. Schopenhauer için aşkta amaç “çocuk yapıp büyütmek”tir. Schopenhauer evliliğin amacını ise şöyle anlatıyor: “entelektüel eğlence değil, çocuk yapmaktır; kafaların ittifakından ziyade yüreklerin ittifakıdır bu. Kadınların bir erkeğin zekasına aşık olduklarını ileri sürmeleri, kibir dolu ve saçma bir numaradır”
Haz ve acının insani eylemlerin iki efendisi olduğunu söyleyen Frued ise aşkta egonun rolünü anlatıyor. Frued’a göre en erken dönemdeki sevgilerimiz aynı zamanda gelecekteki sevgilerimizin de modelini oluşturuyor. Mutluluğun tek yararının bedbahtlığa imkan tanıması olarak gören Proust ise acı çekmenin aşkın kaderi olduğunu söylüyor.
Kitabın sonunda yer alan bir başlık ise şöyle “Aşkın karşıtı nefret değil, tiksintidir”. Pek çoğumuzun aşkın karşıtını nefret olarak tanımladığını düşünürsek bu iddialı laf başta irkiltiyor. Ancak May, nefretin aşkı besleyen bir duygu olduğunu anlatarak, tiksinti duygusunun karşımızdaki insanın yoldan çekilmesini istemekle aynı anlama geldiğini açıklıyor.
Aşka dair pek çok farklı algının sunulduğu Aşkın Tarihi, zihnimizdeki aşk anlayışının batı menşeeli olduğunu göstermesi bakımından önemli. Popüler kültürün sömürdüğü en büyük duygunun aşk olduğunu düşünürsek zihnimizde yaratılan romantizmin kaynağını bütün bu okumalardan sonra daha net görebiliyorsunuz. Aşkın bir illüzyon mu yoksa evrene ruhunu veren en güçlü duygu mu olduğuna siz karar verin. Ama aşkın, tüm insanlık için tarihin hiçbir dönemide değerini ve önemini yitirmediği ortada. Aşkın Tarihi, kendi deneyimlerinizle nerelerde örtüşür bilinmez ama aşk, insanlık için hayatı anlamlandırma çabasının başrolünde olmaya devam edecek gibi görünüyor.