|

Avrupa’da Türkiye karşıtı propaganda: Siyasi-medyatik-toplumsal histeri

Avrupa, reel siyasetin güç ve menfaat dengelerindeki değişim ve kaymalardan doğan siyasi krizleri insan hakları, demokrasi, basın ve ifade özgürlüğü gibi söylemler üzerinden kamuoyuna yansıtmakta ve agresif Türkiye siyasetini bu yolla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Erdoğan liderliğindeki Türkiye’de kötücül bir yönetimin var olduğu algısı yaftacı ve sembolik bir dil (diktatör-islamcı-otoriter) üzerinden pekiştirilmektedir.

Yeni Şafak ve
04:00 - 21/05/2018 Pazartesi
Güncelleme: 13:46 - 24/05/2018 Perşembe
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Zeliha Eliaçık – SETA Uzmanı

2010 yılından itibaren Türkiye Batı’dan ve Batılı değerlerden yüz çevirdiği ve bir eksen kayması yaşadığı iddiaları, 2017’de Türkiye’nin Rusya’yla S400 füzeleri alım anlaşması imzalaması ile yerini Türkiye’nin NATO’dan ayrılacağı ve Batı’dan yüz çevirdiği yönündeki tartışmalara bıraktı. Avrupa’da bazı çevreler, Batı’dan yüz çevirdiği iddia edilen bu “Yeni Türkiye”nin müsebbibi olarak görülen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yola istenildiği gibi devam edilemeyeceği yönünde kesin bir kanaat taşıyorlar.

Avrupa ülkelerinin Gezi olaylarına verdiği tepki ve 15 Temmuz darbe girişimi esnasında gösterdikleri bekle gör tutumununun yanı sıra, 16 Nisan referendumunda sadece AK Partili siyasilere getirilen konuşma yasaklarını da, bu Türkiye ve Erdoğan karşıtı duruşun bir yansıması olarak okumak mümkün. Nitekim uzun süredir Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasında özellikle söylem bazında ciddi siyasi krizler ve gerginlikler yaşanıyor. Ortak ekonomik ve güvenlik alanındaki çıkarlar nedeniyle rasyonel olarak uzun vadede sürdürülemeyeceği anlaşılan bu krizlerin zaman zaman dondurulsa da tamamen bertaraf edildiğini söylemek güç. Nitekim 2019 seçimlerinin 24 Haziran’a çekilmesiyle Erdoğan liderliğindeki iktidarı değiştirmekte kararlı çevrelerin bu kararlarından geri adım atmadıkları açıkça görülmeye başlandı. Türkiye karşıtı cephenin en etkin olduğu ülke ise Türkiye ve Erdoğan karşıtlığının adeta siyasi, medyatik ve toplumsal bir histeri halini aldığı Almanya.

ÖZİL VE GÜNDOĞAN’A MANŞETLERLE SALDIRI

Almanya’da Erdoğan karşıtı havanın geldiği durumu görmek için geçen Pazartesi günü Londra ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a imzalı forma hediye eden Alman milli takımı oyuncuları Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’a Alman medyası ve kamuoyu tarafından verilen tepkilere bakmak yeterli olacaktır. Ziyaret haberinin basına düşmesiyle birlikte adeta bir düğmeye basılmışcasına bütün Alman gazete ve televizyonlarında iki futbolcu hakkında bir karalama kampanyası başlatıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı kriminal bir şahıs ve onunla görüşmeyi bir suç eylemi gibi yansıtan “Özil Erdoğan’la uzun yıllardır kontakt içinde” (Die Welt) gibi haberlerin yanısıra, “Pek zekice değil, hatta aptalca” (Die Zeit) ve “Çirkin ve utanç verici bir seçim propangası”(Bild) şeklindeki başlıklara yer verilerek, futbolcular hakkında hakarete varan ifadeler kullanıldı. Alman Futbol Federasyonu Başkanı Reinhard Grindel de hemen aynı gün yaptığı açıklamada “Federasyon ve milli takımın savunduğu değerler Erdoğan tarafından ihlal edilmektedir” ifadelerini kullanarak Özil ve Gündoğan’ı Erdoğan’ın seçim kampanyasına alet olmakla suçladı. Daha kısa bir süre önce uyum konusunda göçmenlere örnek isim olarak gösterilen Özil, yalnızca Cumhurbaşkanı Erdoğan’a imzalı bir forma hediye ettiği için Almanya’ya ve Mili Takım’a ait olmamakla ve vatana ihanetle itham edildi. PKK yayın organı Yeni Özgür Politika gazetesi de Alman gazeteleriyle paralel bir biçimde “Erdoğan’a bulaştılar, rezil oldular” başlığıyla olayı duyurdu.

DEMOKRATİK HAK VE ÖZGÜRLÜKLER KURBAN EDİLİYOR


Erdoğan ve Türkiye karşıtlığı, yalnızca Türkiye ile bağını göstermekten çekinmeyen göçmen Türklere uygulanan mobingle sınırlı kalmıyor. Her fırsatta demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine referans veren Almanya’da 16 Nisan referandumuyla başlayan süreçten itibaren demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan pek çok yasal düzenlemeye gidiliyor. Avrupa’nın simgesi sayılan hak ve özgürlükler adeta Türkiye düşmanlığına kurban ediliyor. Nitekim 16 Nisan referandumu esnasında AK Parti ve Erdoğan’ın Türk seçmenlere ulaşmasını engellemek için yabancı siyasilerin seçmenlerine seslenme hakkı Dışişleri Bakanlığı’nca yayınlanan bir genelgeyle yasaklandı. Ancak kağıt üzerinde tüm yabancı parti temsilcilerini kapsayan bu yasağın sadece AK Partili siyasetçilere uygulanması dikkat çekiyor. Zira CHP, SPD kanalıyla rahatlıkla seçim faaliyetlerini sürdürürken, HDP de Sol Parti ve Yeşiller eliyle açıkça HDP’ye oy isteyen seçim kampanyaları düzenliyor. Terör örgütü PKK’nın Almanya’daki halkla ilişkiler organı Civaka Azad’ın da Alman gazetecilere seçim kampanyası çerçevesinde ilgili olarak HDP’nin Almanya temsilcileriyle görüşme teklif ettiği biliniyor. HDP seçim propagandası yapmak için inanç merkezlerini de kullanmaktan çekinmiyor. Geçtiğimiz günlerde çeşitli eyaletlerden gelen HDP temsilcileri bir inanç merkezi olan Mainz –Gustavsburg Cemevi’nde bir seçim toplantısı düzenlendi. Benzer şekilde CHP Çorum milletvekili Taha Köse’nin de Ober Ramstadt ve Köln şehirlerinde seçimlerle ilgili bir konuşma yaptığı basına yansıdı.

REEL POLİTİK GERÇEKLER VE İNSAN HAKLARI


Avrupa kamuoyunda hakim ve özelde ise Almanya örneğinde zirvesini bulan ve tehlikeli bir biçimde toplumun her kesimine sirayet etmeye başlayan, Türkiye ve Erdoğan karşıtı bu histeri halini nasıl anlamak gerekiyor?

Avrupa’nın yaşadığı “Türkiye sorunu”nun nedenlerinin başında, değişen uluslararası güç dengelerine ve Türkiye’nin bu dengede güçlenen rolüne ayak uyduramayan bazı çevrelerin Türkiye’nin stratejik müttefikleri ile öngördüğü eşit ortaklığa dayalı ilişki modelini kabul edememeleri gelmektedir.

Avrupa’nın varlık göstermekte zorlandığı Ortadoğu ve Balkanlar’da Rusya’nın yanı sıra Türkiye’nin de giderek etkin bir rol oynamaya başlaması, Avrupa başkentlerini ama özellikle de Balkanlar’da ciddi yatırımları olan Almanya ve Avusturya’yı kaygılandırıyor. Yalnız dış siyasetteki etkin rolü değil, Türkiye’nin içerde de yerli dinamiklerine dönme gayretleri ve Batı’nın toplumsal dönüştürücü bir aktör olarak belirliyiciliğini kaybetmesi Avrupa’yı rahatsız ediyor. Nitekim bir Alman düşünce kuruluşu tarafından yayınlanan ve Türkiye’nin NATO’dan ayrılma ihtimaline yönelik senoryaların değerlendirildiği “Türkiye NATO’yu Terk Ediyor” başlıklı raporda uzmanların Batılı siyasilere yaptıkları şu uyarı hayli dikkat çekici:

“NATO ve üye ülkelerin oluşan yeni şartlar ışığında Türkiye’den stratejik olarak ne bekleyebileceklerini ve artık ne derece transformatif (dönüştürücü) bir güç olarak Türkiye’nin iç meselelerini etkileyip etkileyemeyeceklerini gerçekçi bir zeminde iyi hesap etmek zorundadırlar… Türkiye’de Batı’yla yakın ilişkilerde menfaati olan güçler–örneğin ihracat ağırlıklı şirketler- güçlendirilmelidir.”

SPD’li Almanya Dışişleri Bakanlığı Avrupa Sorumlusu Devlet Bakanı Michael Roth’un ve beraberindeki delegasyonun Meral Akşener’e yaptığı ziyareti de bu uyarılar bağlamında değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Akşener, Alman basınında “muhafazakar, milliyetçi, enerjik” ve “Erdoğan’a meydan okuyan kadın” olarak lanse ediliyor. Erdoğan yönetimini bertaraf etmek için 24 Haziran seçimlerini son şansları olarak gören çevrelerin önceleri Selahattin Demirtaş’ı bir umut olarak görürken, artık başka adreslere yöneldiklerini söylemek mümkündür.


HEDEF: ASİMİLASYONA DİRENEN TÜRKİYE KÖKENLİ GÖÇMENLER


İkinci olarak, Almanya gibi Türkiye kökenli nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde Türk göçmenlerin Türkiye ile kurduğu bağ ve Türkiye’nin asimilasyon karşıtı kimlik politikaları bir iç güvenlik sorunu olarak ele alınıyor. Türkiye’nin yürüttüğü kimlik siyaseti, kamuoyuna Almanya’da yaşayan göçmen nüfusun entegrasyonunu engelleyen bir faktör olarak sunulmaktadır. Köklü Türk ve göçmen kurumları “Erdoğan’ın uzun kolu” olmak yaftasıyla kriminalize edilirken, referandumda evet oyu veren vatandaşlar da Avrupalı ve Batılı değerlere ihanetle suçlanmaktadırlar. Bu ise, Türkiye kökenli göçmelerin bu ülkedeki kazanımları değil, Türk siyaseti üzerinden değerlendirildiklerini açıkça ortaya koymaktadır.

Uyum politikları adı altında asimilasyon siyaseti takip eden Alman yetkilileri ve medyası Türkiye ve kendi kültürü ile ilişkili herkesi Almanya’daki kariyeri ya da konumunu gözetmeksizin dışlayarak hedef göstermektedir. Bu çerçevede bu hafta başında yaşanan Mesut Özil olayında görüldüğü gibi ünlü kişiler de “persona non grata” ilan edilmektedirler. Bunu, Alman resmi makamları ve medyasının esasında burada yaşayan 3 milyonu aşkın Türkiye kökenli göçmene verdiği bir gözdağı olarak da okumak mümkündür: Kim Türkiye hele de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yan yana gelirse bunun faturasını ödemeye hazır olmalı. Bu baskıcı ve yasakçı ortamın gelebileceği en tehlikeli nokta ise kimlikleri nedeniyle sürekli olarak bedel ödettirilen ve baskılardan yorulan Türkiye kökenli göçmenlerin kendi kendilerine uygulayacakları otosansür olacaktır.


HİSTERİK SİYASETE KAMUFLAJ


Avrupa, reel siyasetin güç ve menfaat dengelerindeki değişim ve kaymalardan doğan siyasi krizleri insan hakları, demokrasi, basın ve ifade özgürlüğü gibi söylemler üzerinden kamuoyuna yansıtmakta ve agresif Türkiye siyasetini bu yolla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Erdoğan liderliğindeki Türkiye’de kötücül bir yönetimin var olduğu algısı yaftacı ve sembolik bir dil (diktatör-islamcı-otoriter) üzerinden pekiştirilmektedir.

Ancak Almanya, darbe yönetimi ile idare edilen Mısır ve en temel demokratik hakların dahi ihlal edildiği baskıcı Suudi Arabistan arasındaki askeri ve ticari işbirliğinin giderek arttığı düşünüldüğünde, bu söylemlerin, Türkiye karşıtlığını Avrupa kamuoyuna kabul ettirmede bir kamuflaj vazifesi gördüğü açıkça anlaşılacaktır.

Şüphesiz Avrupalı ülkeleri ve Türkiye ikili ilişkilerini rasyonel ve karşılıklı menfaat temelinde sürdürmeye mecburdurlar. Ancak bu ilişki sadece belli çevrelerin arzu ettiği çerçevede değil, Türkiye’nin kendi kaderini yine kendi belirlediği öncelikler çerçevesinde tayin edeceği bir süreç içerisinde gerçekleşecektir. Rusya ile ilgili benzeri tartışmalarda Alman istihbarat şefi Bruno Kahl’ın “Rusya ile Kırım meselesini paranteze alarak ilişkilere devam etmeliyiz” beyanatı düşünüldüğünde; Avrupa başkentlerinin 24 Haziran seçimlerinde istedikleri yönde bir sonuç çıkmaması durumunda kendileri için vazgeçilmez görülen “bazı meseleleri” parantez içine alarak Türkiye ile rasyonel zeminde ve eşit düzeyde bir ilişki geliştirmek zorunda kalacaklarını öngörmek mümkündür.


#​Avrupa
#Recep Tayyip Erdoğan
6 yıl önce