|

Bir casus öyküsü: Zayıflayan Avrupa Eli sıkışan Rusya

Çarşamba günü İstanbul’da bir araya gelecek Soçi üçlüsünün daha derin bir işbirliği mesajı verebileceğini söyleyebiliriz. Türkiye Varna dahil Batı ile kurduğu ve gelecekte kuracağı diyalog mekanizmalarına bu stratejik çıkarımın gücü ile oturuyor ve oturacak. Bugüne kadar “seçici bir işbirliği” yani “konu bazlı ve sınırlı bir işbirliği” halinde devam eden üçlü ilişkinin daha derinleşmesi, ittifakların içinin boşaldığı, büyük müttefikin küçüklere kan kusturduğu günümüzde Rusya ve İran için elzem, Türkiye için rahatlatıcıdır.

Yeni Şafak ve
04:00 - 3/04/2018 Salı
Güncelleme: 03:36 - 3/04/2018 Salı
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu • Güney, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi İİSBF Dekanı, CEMES (Akdeniz Güvenliği Merkezi) Müdürü

Dünya politikasını izlemeye çalışanlar için hayat gerçekten hızlı akıyor. Geçen haftayı da bir casus hikayesi üzerinden geçirip Soğuk Savaş günlerini yad ettik. Elbette teknoloji ilerliyor ve sosyal medyada hızla önümüze düşen mesajlar arasında Rusya’nın Amerikan Büyükelçiliği tarafından yollanan, “şimdi sizce hangi ABD büyükelçiliğini kapatalım, Yekaterinburg mu? St Petersburg mu” sorusunu, ya da Salisbury‘de doktorlardan gelen “Yulia iyi, Rusya’yı yendik” mesajlarını okuyabiliyoruz. Yaşananlar, Soğuk savaş günlerine geri dönmekten ziyade yeni bir Soğuk Savaş parodisi içine düştüğümüzü hissettiriyor. Zaten anladığımız kadarıyla, Rusya menşeili sinir gazı ile zehirlendikleri iddia edilen Skripaller de “mucizevi” bir şekilde iyileşiyorlar. Kısaca, Batılılarla Rusların birbirlerini tetiklememek için Berlin’de Check-Point Charlie’de insanların kıvrana kıvrana ölüşünü seyrettikleri günler geride kaldı; bugün oyun mu gerçek mi olduğunu anlayamadığımız bir suikast girişimi üzerine çok sayıda diplomat sınır dışı edilip, elçilikler art arda kapatılabiliyor. Maksat Batı’nın tekrar Kanada’dan Yeni Zelanda’ya tek bir vücut olduğunu göstermek. Artık vereceği cevabı birkaç ay önce “süper bomba” icat ettiklerini açıklayan Putin düşünsün.

ABD BAKLAYI AĞZINDAN ÇIKARDI

Tüm bu kara komedi havasına rağmen Skripal hadisesi Avrupa ve Rusya’nın gerçek stratejik zayıflıklarını bize tekrar hatırlattı. Bilindiği gibi ABD, Trump yönetimi altında bariz hale gelen hegemonik bir güçlenme stratejisi izliyor. Pek çoğumuzun gözlemi olan, Trump yönetiminin genelde, Trump’ın özelde tutarlı bir dış politikası olmadığı kanaatine katılmakla birlikte (son bir kafa karışıklığı örneği için bakınız Trump’ın Suriye’den çıkıyoruz açıklamalarına gelen tepkilere: ABD Dışişleri Bakanlığı: “biz böyle birşey bilmiyoruz”; Pentagon: “yorum yok”; YPG: “yeni bir isim ve hami arayalım mı”), Amerikan hegemonik güçlenme projesinin hem askeri hem de ekonomik ayakta tutarlı bir biçimde sürdürüldüğü kanaatindeyim.

Kuramsal düzeyde hegemonik projelerle ilgili iki yaklaşım vardır. İlk yaklaşım hegemonya kurmaya çalışan güçlerin dezavantajlı olabileceğini söyler. Çünkü, hegemonun kurguladığı düzenden daha az maliyetle faydalananlar mutlaka çıkacak, teknoloji ve bilgi hegemon merkezden diğerlerine doğru mutlaka akacaktır. Bu yaklaşım kabaca bir yerde hegemonya kurmak isteyenler varsa rakipleri mutlaka olacaktır diyen bir yaklaşım ve haklı olduğu noktalar da yok değil. Nitekim, ABD son güvenlik doktrininde -nihayet onca liberal söylemle bezenmiş doktrinlerden sonra- baklayı ağzından çıkarıp, rakiplerin var olduğunu söyledi.


SALDIRGAN HEGEMON

İkinci yaklaşım, hegemonya kurmak isteyen güçleri bu dezavantajlarından kurtaran bir bakış açısına sahip. Bu yaklaşımı benimsemenin küçük bir de bedeli var elbette. Bu bedel de, “iyi görünmek zorunda olmamak”. Bu yaklaşımın hegemonu; çıkarcı, sadece kendi çıkarlarını korumacı ve güçlenme/gücünü koruma adına saldırgan olabilen bir aktör. İster bilinçli bir tercih diyelim, isterse de yapısal güç unsurlarındaki değişimin bir zorlaması ABD, uzun bir süredir göstersin-ya da göstermesin- bu çıkarcı, korumacı, saldırgan hegemon olma eğiliminde. Pentagon’un dış politikada ipleri önce sezdirmeden, sonra göstere göstere ele geçirmesi bundan. ABD’nin bir yandan çekilmekten bahsederken bir yandan olası rakiplerini kendi alanlarına hapsedecek şekilde Afganistan’da, Pakistan’da, Hint Altkıtası, Körfez ve Akdeniz’de var olması bundan. ABD diplomatlarının BM koridorları dahil diplomatik tüm ortamlarda “bizimle işbirliği yapmazsanız bedelini ödersiniz” demesi bundan. ABD’nin yeni vergiler, gümrük duvarları ve küçük imtiyazlarla müttefiklerini ticaret savaşlarında kurban ve taraf olmaya zorlaması bundan.

KAN KUSUP KIZILCIK ŞERBETİ İÇEN AVRUPA

Bu resimde ABD ve rakipleri örneğin Rusya arasındaki ilişkiden belki de daha ilginci, ABD’nin müttefiklerini nasıl kan kusmaya zorladığını tespit etmek. Skripal olayı ve tüm Avrupalıların Rus karşıtı bir cephede birleşmeye bizzat ABD’nin başı çektiği, İngiltere’nin ön açtığı diplomatik bir muharebe ile zorlanması Avrupa-Rusya ilişkilerinin derinliği düşünüldüğünde Avrupa’nın kan kusmaya ama kızılcık şerbeti içtim demeye zorlanmasıdır.

Nitekim kurumlara üyelik bağı nedeniyle Batı bloğunda yer alan başta Türkiye olmak üzere kimi ülkeler ne kan kusmaya ne de kızılcık şerbeti içtim demeye gönüllü oldular. Bu da Rusya’nın Avrupa’yı bölmek konusunda şimdiye kadar izlemiş olduğu pazar kapma-pazarı koruma diplomasisinin kısmen başarılı olduğunu gösteriyor. Ancak Rusya, çeşitli nedenlerle zayıflamış olan Avrupa’yı daha da kendi yanına çekmeyi, 2004’lerde hâkim olan ve Bush politikalarına meydan okuyan “Münih ruhunu” canlandırmayı istiyordu; olmadı. Batı’nın zayıflığının nedenlerini ve ABD’nin peşine takılmayı neden seçmiş olabileceğini bir başka yazımızda irdelemiştik. Burada sadece, ceza korkusunun da ödül arzusunun da geçerli olduğunu söyleyelim. Nitekim, Avrupa-Amerika yakınlaşması sonrasında Fransa Macron’un ağzından Suriye’de var olmak istediğini ifade etti. Ancak bu tüm ceza-ödül dinamiğine Avrupa’yı özellikle de Batı Avrupa’yı mahkûm eden ABD’nin gücü kadar, ABD’nin güçlü olduğu bir döneme her anlamda bölünmüş olarak giren Avrupa’nın kendi güçsüzlüğüdür.

Şimdi, Rus pazarına ulaşmakta kendini zorlayacak adımlar atan ve ileride ucuz Rus gazı yerine pahalı ABD kaya gazına dayalı LNG’si ile ABD’nin kıtada daha da güçlenmesinin önünü açma sinyalleri veren Avrupa, bu zayıflığın üstünü daha ne kadar NATO ruhu, ya da tek Batı ruhu ile örtecek? Zaten, “biz casus zehirlemeyiz ama mültecilerin Avrupa’yı çevreleyen denizlerde ölmesine göz yumarız; Skripal’imize dokundurmayız ama Kırım’da gözümüzü kaparız” tadındaki Avrupa/Batı ruhu söyleminin neyi ne kadar örtebileceği de soru işareti. Bu çerçeveden baktığımızda yani Avrupa özellikle de bazı Merkezi ve Batı Avrupa ülkeleri ABD’nin kanatları altına daha da sokulurken ve Rusya’nın Avrupa’dan dışlanmasıyla ilgili bir cephe oluşurken gerçekleşen AB-Türkiye Varna Zirvesi esnasında, öncesi ve berisinde Balkanlardan gelen farklı sesler ABD’nin Avrupa’da büyük lokmayı ısırsa dahi henüz direnenler cephesini tam olarak Avrupa’dan dışlayamadığı gösteriyor.

İRAN AYRIŞMASI

Aslına bakacak olursanız, Skripal hadisesi Avrupalıların, kendi çıkarları ve küresel denge mantığı dolayısıyla korumaya çok özen gösterdikleri ABD ve Rusya’ya karşı farklı şekillerde gözetmeye çalıştıkları dengenin ilk bozuluşu değil. Ukrayna savaşı ve Kırım’ın ilhakı dolayısıyla Rus saldırganlığından ürken Baltıklar ve Polonya gibi bazı Vişegrad ülkeleri ABD’nin kıta Avrupa’sında varlığını her anlamda güçlendirmesini arzu ediyorlardı. ABD’nin -ücreti mukabil- sağladığı silah, eğitim ve enerji aynı zamanda Almanya’nın AB üzerindeki hegemonyasını da dengelediğinden bu ülkelerin işine geliyordu. Dolayısıyla bu ülkelerin ABD’nin sunduğu “direnenler cephesine- başta Rusya ve İran-“ karşı mücadele gündemine daha gönülden katıldıkları söylenebilir. Ancak durum AB’nin lokomotif ülkeleri için böyle değildi. Sadece Rusya ile olan yakın ticari ilişkileri (Ukrayna sonrası bozulan Rusya’ya silah satımı ile ilgili anlaşmalar ve hala hiç bozulmasını istemedikleri doğal gaz alımı) değil İran ile uluslararası toplum arası ilişkilerin normalleşmesi sonrası umdukları İran pazarı ve doğal kaynaklarından pay alma hevesi Batı Avrupa ülkelerini, ABD özellikle de Trump’dan farklı bir yola sokuyordu. Bu ayrışmanın kilit noktalarından birisi Rusya’nın izole edilmesi-edilmemesi meselesinden de önce İran Nükleer Anlaşması ile ilgili Avrupa-ABD ayrışmasıydı. Avrupalılar, ABD’nin Anlaşmanın bazı noktalarına, örneğin balistik füze kapasitesiyle ilgili meselelerin anlaşmaya dahil edilmemesine, itirazlarına hak veriyor, ancak Trump’ın anlaşmayı yırtıp atmakla ilgili söylemini paylaşmıyorlardı.

Bu anlaşma uzun bir süredir beklenen Avrupa-İran ticaretinin önünü açacak olduğundan anlaşmanın korunması önce ABD sonra Rusya’nın kapıyor göründüğü Orta Doğu pazarında ses çıkarabilmek için önemliydi. Kısaca, Avrupa’nın üç devi, İngiltere, Fransa ve Almanya, Trump’ın İran nükleer politikasına karşı çıkmak konusunda ön aldılar. Hikâyenin daha çok bilinen kısmı bu. Hikâyenin daha az bilinen kısmı ise nasıl olup da Trump ekibinin Avrupalıları İran nükleer anlaşması revize edilebilir noktasına getirebildiği. Sopaların görünür (konuyla ilgili mahkemeler hala hafızamızda), havuçların ise daha az görünür olduğu veya müphem veya iyi niyetli açıklamalar (Fransa Ortadoğu’da daha çok Türkiye ile çalışmalı vb) şeklinde olduğu bir pazarlık süreci işlemiş görünüyor ve sonuç kan kusma-kızılcık şerbeti içme dinamiğine yine- yeniden çıkıyor.

DİRENENLER CEPHESİ SURİYE’DE BULUŞUYOR

Avrupa kapılarının, ABD tarafından -ne tesadüf ki her ikisi de doğal gaz ve petrol üreticisi- Rusya ve İran’a kapanmaya doğru gitmesi bu iki gücü, ellerindeki etki alanlarını (başta Suriye) ve stratejik pazarlık kozlarını daha akılcı ve dikkatli kullanmaya itecektir. Bu açıdan da Avrupa jeostratejik sisteminde yer alan (Karadeniz, TAP-TANAP, Akdeniz, NATO) ama ABD’nin İran ve Rusya’ya karşı izolasyon politikalarına da direnme gücü olabilen bir aktör olarak Türkiye, Türkiye ile kurulan diyalog, bu diyaloğun Suriye’nin geleceğinin şekillenmesinde kurumsallaşmış biçimi Astana-Soçi süreçleri çok büyük bir değer kazanacaktır. Tabi, Türkiye’nin Suriye’nin geleceğinin şekillendiği/şekilleneceği masalarda elinin güçlenmesi anlamına gelecek bu muhtemelen daha güçlü yakınlaşmayı sadece Batı cephesindeki değişimlere yani ABD-Avrupa yakınlaşmasına bağlamak doğru olmaz.

SOÇİ ÜÇLÜSÜNDEN MESAJ

Türkiye, Fırat Kalkanı’ndan bugün Afrin’in tamamen ele geçirildiği ve Tel Rifat’ın kuşatıldığı günümüze Irak-Suriye hattında meşru müdafaa çerçevesinde güvenliği kendi askeri ve diplomatik kabiliyetleriyle kurabildiğini göstererek, Suriye denkleminde yer alan tüm aktörlere Türkiye’siz, Türkiye’nin endişeleri göz ardı edilerek bir çözüm olamayacağını kanıtlamıştır. Bu gerçeklik, belki PKK/YPG’ye eğitim ve donanım vererek Suriye’de büyük güçlerin sıkıştırdığı dar alanda var olmaya çalışan Fransa tarafından şimdilik yadsınabilir ama kanı, insanı ve parasıyla buraya yatırım yapan ve şimdi dışlanma tehdidiyle karşı karşıya kalmış Rusya ve İran için yadsınamaz berraklıktadır. Bu sebeple, küçük bir tahmin oyunu yaparak Çarşamba günü İstanbul’da bir araya gelecek Soçi üçlüsünün daha derin bir işbirliği mesajı verebileceğini söyleyebiliriz. Türkiye Varna dahil Batı ile kurduğu ve gelecekte kuracağı diyalog mekanizmalarına bu stratejik çıkarımın gücü ile oturuyor ve oturacak. Bugüne kadar “seçici bir işbirliği” yani “konu bazlı ve sınırlı bir işbirliği” halinde devam eden üçlü ilişkinin daha derinleşmesi, ittifakların içinin boşaldığı, büyük müttefikin küçüklere kan kusturduğu günümüzde Rusya ve İran için elzem, Türkiye için rahatlatıcıdır. Burada, Almanya eski Dışişleri Bakanı Gabriel’in tüm Avrupa’ya yaptığı uyarıyı hatırlamakta fayda var: Türkiye’yi kaybetmek, Rusya ile yakınlaşmasının önünü açmak Batı için stratejik bir hata olacak demişti Gabriel. Böylece de Avrupalılara kan kusup, şerbet içtim demenin sınırlarını hatırlatmıştı. Unutulmamalı çok kan kaybederseniz ölürsünüz.

#İngiltere
#Rusya
#Casus Krizi
6 yıl önce