|

Devleti konuşmak siyaseti

Milletin mukadderatı yalnız ve sadece milletin karar verebileceği bir iştir. Ancak bu kararın hayata geçmesi devlet ile gerçekleşebilir. Bu itibarla devlet ve ona dair her şey, hiçbir zaman millete rağmen değil, her zaman millet ile ve millet içindir.

Haber Merkezi
04:00 - 26/08/2018 Pazar
Güncelleme: 03:35 - 26/08/2018 Pazar
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Cengiz Aydoğdu / Aksaray Milletvekili / Vali

Her kültür kendi lügatini ve ıstılahını yüzyıllar içinde kendi şartları çerçevesinde, kendi zihin atölyesinin idrak örsünde döve döve ve kendi mevcudunun imkânları ile vücuda getirir. Bilhassa ıstılah yani kavramlar manzumesi, zihniyet ve kültür dünyasının iyice temellük ettiği mevcut üzerinden inşa edilir.

Kavramlar, düşüncenin ana-caddeleridir. Kavramlarla düşünürüz ve kavramlar, asırlar içinde ancak oluşur. Mesela, Aydınlanma ve Bilim Devrimi’nin kavramları tamamen Latincedir. 17-18. Yüzyılın şartları Avrupa açısından düşünüldüğünde bilhassa Latince olması zarurî idi; çünkü “kavram”a tarih lazımdır; tarih de o gün için Latince demekti.

Kavram, muhteva, birikim ve gelenektir; yani kavram, bir bakıma tarih ve hafızadan; bir bakıma da düşünce, kanaat ve fikir ekseninde rıza ve kabul “ittifak”ı ile vücud bulur.

Ne var ki, siyaset, idare ve devlet söz konusu olunca, muhteva ihtilafı her zaman tetikte bekler. içtimai hayatiyeti olan her şey gibi bu konular üzerinde konuşurken, insanların öncelikle bilgileri, sonra hayalleri, hasretleri, hasetleri, nefretleri, kutsalları ve çıkarları kaçınılmaz olarak devreye girer; hatta belki de çoğu zaman sadece o devreye giren şeyler üzerine konuşuyoruzdur.

Bu itibarla bu mevzular üzerine yapılan her farklı yorum, cemiyette ânında karşılığını bulacak ve asla sadece “spekülasyon” seviyesinde kalmayacaktır. Çünkü bu konuların ve elbette kavramların muhtevaları da en az cemiyetin kendisi kadar tesirlere açıktır.

TARİHİN TEMEL MESELESİ

Bu çerçevede şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, siyaset, idare ve devlet üzerine konuşmak, çok zaman sınırları tayin edilemeyen bir konu üzerine afakî konuşmaktır. Bu afakîlik, sadece konunun şümulünden ve tarihin başlangıcından beri bütün kültürler tarafından üzerinde düşünülüp, konuşulmasından değil aynı zamanda bir insanın ikinci bir insana ihtiyaç duymasıyla başlayıp sonu devlete çıkan bir yol güzergâhındaki seyir zenginliğindendir de. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri her kültür, kendi birim değerleri ve kıymet hükümleri çerçevesinde farklı söylem inşalarıyla bu mevzuları kendine has kılarak hayata geçirirken, farklılaştırır, zenginleştirir; ama konunun tabiatı icabı, mahallî şartların tesirinden de kurtaramaz.

Siyaset, idare ve devlet, tarihin ve münhasıran fikirler tarihinin temel konuları arasındadır. O kadar ki tarih, bazen sadece bunların tarihidir. Fikir ve felsefe, tabiatları icabı, farklılıklar ve aykırılıklar üzerine inşa edilir. Esasen fikirler üzerinde tam mutabakat her zaman arzu edilen bir şey de değildir.

Ne var ki, kavramlar düzeyinde bir ıstılah ve lügat ittifakı, insan toplulukları için bir arada yaşamanın ilk şartıdır diyebiliriz. şimdi bu şartı yerine getirebilmek sadedinde bir izah denemesi yapalım: Siyaset derken, demokratik nizamın bir icabı olan partiler ve onlar çevresinde, iktidar talebiyle ortaya çıkan zümrenin talip olduğu ve yerine göre yaptığı işi kastedeceğiz. Bu zümrenin Anayasada ifade edildiği şekliyle, halkın oyu ile seçilip idarî sorumluluklar deruhte edebilme imkânı olduğunu hatırdan çıkarmayacağız. idare ile anlatılmak istenen şey ise, devletin “kamu hizmeti” başlığı altında toplanan işlevlerinin yerine getirilmesini sağlayan bürokratik cihaz kısmı olduğu açıktır.

SİYASET VE İDARE

Siyaset, idarenin halka değen ve birazcık maharet ve hatta sanat kısmını; idare, siyasetin “devlet cihazının içerisi”ne bakan teknik anlamda icra tarafını oluşturur dersek; acaba, aralarındaki farkı mı yoksa benzerliği mi anlatmış oluruz hiç bir zaman tam olarak bilemeyiz. Çünkü bu iki kurumun toplumsal hayatın akışı içerisinde birbirlerinden tam olarak ayrıldıklarını hiçbir zaman iddia edemeyiz. Esasen ayrılmaları doğru mudur değil midir onu da tayin etmek güçtür.

Kaldı ki siyaset ve idarenin farklılık ve benzerlikleri, her hâl û kârda bakılan yerden ve bakış niyetinden kaynaklanan geçici ve devrevî özelliklerdir. Ancak medhâldâr oldukları saha, unsurların ve süreçlerin kolayca tefrikine pek imkân bırakmayan fazlasıyla insanî bir sahadır. Dolayısıyla siyaset ve idare gibi iki beşerî faaliyet sahası, sanki aynı zemin üzerinde yükselen bir yekparelikten başka bir şey değildir. Bu yekparelik anlayışını son asırda belki biraz hasara uğrattık ama çok şükür henüz kaybetmedik.

Öte yandan aslında siyaset de idare de “devlet” çatısı altında ve büyük ölçüde devletle kaim olan faaliyetlerdir. Burada “kuvvetler ayrılığı” ilkesi akla gelebilir. Birbirinden ayrı ve müstakil olması gereken kuvvetlerin, siyaset ve idare ayrımındaki yeri nedir sorusu sorulabilir. Bizce kuvvetler ayrılığı meselesi, devletin işleyişine ve işlevine dair bir konudur. Kuvvetlerin teşkili sadedinde yasama, yürütme ve yargı olarak düşündüğümüzde siyaset ve idare bir üst başlık olma özelliğini devam ettirir.

Bu itibarla belki faaliyetten önce faillere bakmak, meseleyi anlamaya daha yardımcı olabilir. Siyasetin birinci derecede faili olan siyasetçi seçimle, idareci ise atama ile daha çok da siyasetçinin tasvibi ile işbaşına gelir deyince; herhalde ilk temel ayrımı yapmış oluruz. Ancak buradan hareketle de siyasetçinin yaptığı işe siyaset, idarecinin meşguliyetine de idare denir sonucunu kesinlikle çıkaramayız. Mesele o kadar basit değildir çünkü.

Sözgelimi siyasetçinin seçilip işbaşına geldiği andan itibaren yaptığı iş, doğrudan doğruya “idare” sahasında bir iştigal olabilir. Aynı şekilde idareci de nerdeyse bütün yaptıkları itibarıyla halka karşı siyasetçinin sorumlu olduğu bir görevi ifa edebilir.

DEVLET-MİLLET İLİŞKİSİ

Milletin mukadderatı yalnız ve sadece milletin karar verebileceği bir iştir. Ancak bu kararın hayata geçmesi devlet ile gerçekleşebilir.

Bu itibarla devlet ve ona dair her şey, hiçbir zaman millete rağmen değil, her zaman millet ile ve millet içindir.

Ortak bir gelecek tasavvurunu paylaşan her insan topluluğunun millet olmayı hak kazandığını ve bu tasavvurun zihnen tasarlanabilme şartının bile ancak devlet ile mümkün olduğunu biliyoruz. Sağlıklı bir topluluk/ulus/millet hayatını temel kurucu şartının tıkır tıkır işleyen sağlam bir devlet teşkilatı olduğunu hatırda tutarak devletten vazgeçmeyeceğiz. Ancak devletin ayakta kalması ve bayrağın dalgalanmasının da millet ile kaim olduğunu unutmayacağız.

Demokrasi şartımız; milletten yana olduğumuz için demokratız; demokrat olduğumuz için kelimenin bütün şümulü ile “devlet”in kaliteli işletilmesi taraftarıyız.

Millet olunur; devlet kurulur. Devlet kurulan bir şeydir. Aksayan taraflarını tamir ederiz. Ama millet olunan bir hâldir. Kolay kolay tamir kabul etmez.

Bu itibarla devlet ve demokrasi konusundaki düğümü çözmek için ben, bağımsızlığımızı kaybettiğimizde mahrum olacağımız her şeyi “devlet” kavramının içinde saymaya meyyalim.

Tabii buradan “devlet tehlikede” gibi ucuz bir anti-demokratik mazereti de hiçbir şartta çıkarmamalıyız. Devlet tehlikede de olsa çare demokrasidir. Zira devleti sağlama almanın yolu çok zaman demokrasiden başka bir şey değildir.

Demokrasinin gerekçesi, her hâlde ve yalnızca millete matuf bir yerde; ama kurumsal herhangi bir sûnîlik içinde değil, fıtrî bir insanîlik içinde aranmalıdır. Aslolan insandır çünkü. Fıtrî anlamıyla insanı ezen bütün oluşumlar gibi devlet ve hatta millet tasavvurları da her zaman sorgulanıp sîgaya çekilebilir ve çekilmelidir.

#Devlet
#Siyaset
6 yıl önce