|

Güney Asya krizi: Nükleer güçlerin restleşmesi

Yeni Şafak
04:00 - 12/03/2019 Salı
Güncelleme: 04:09 - 12/03/2019 Salı
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Dr. Merve Seren • Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

İngiltere 1947’de Hint Yarımadası’nı terk ettiği günden beri Hindistan ve Pakistan arasında sular durulmuyor. İki ülke arasında cereyan eden üç büyük savaş ve savaşa varmayan onlarca çatışma yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti. Her ne kadar zaman zaman ikili ilişkilerde yumuşama gözlemlense de Keşmir sorunu sık sık İslamabad-Yeni Delhi hattında tansiyonun fırlamasına yol açıyor. Keşmir’in Pakistan için önemi nüfusun çoğunluğunu Müslümanların teşkil etmesi; Hindistan açısından ise, bölgenin yönetiminde en başından beri Hindu prenslerin (mihrace) bulunması. Ancak her iki ülke için bir önemi daha var: Keşmir jeostratejik konumu itibarıyla su, enerji ve ticaret güzergâhı olmasının yanı sıra altın, yakut, zümrüt gibi değerli madenleri bünyesinde barındırıyor. Hülasa “Cennet Vadisi” olarak betimlenen Keşmir, yeraltı zenginliği ve doğal güzelliğiyle bölge devletlerin çıkar çatışmalarına ev sahipliği yapıyor.

Keşmir ile ilgili bilinmesi gereken bir diğer kritik nokta, bölgede Hindistan ve Pakistan haricinde Çin’in varlık göstermesidir. Şöyle ki, 1962 yılında Çin ve Hindistan arasında patlak veren savaş ve müteakiben 1980 yılına kadar devam eden sorunlar sebebiyle hem Çin-Pakistan yakınlaşması yaşandı hem de Çin Keşmir’e dâhil oldu. Nitekim Keşmir hâlihazırda üç devletin yönetimine hizmet ediyor: yüzde 45’i Hindistan, yüzde 35’i Pakistan ve yüzde 20’si de Çin idaresi altında bulunuyor.

Ancak Çin’in 1980’li yılları müteakip uluslararası sistemde aktifleşmesi ve ekonomik temelli bir dış politika izlemesinden dolayı Çin’in Pakistan’la ilişkilerinde daha ‘dengeli’ bir yaklaşım benimsediği, bir bakıma bölgede ‘istikrar’ sağlayıcı bir rol oynamaya çalıştığı göze çarpıyor. Ayrıca Çin’in, Keşmir sorununun hukuksal açıdan Tayvan sorunuyla benzerlikler taşımasından kaynaklı endişeleri de bulunuyor. Bu bağlamda Çin, ne Hindistan’ın Keşmir sorununu “iç meselesi” olarak görmesini kabul ediyor, ne de Tayvan sorunu nedeniyle Pakistan’ın Keşmir’i uluslararasılaştırmasını istiyor.

GERİLİMİ TIRMANDIRAN RESTLEŞME

Tüm bu gerçekliklerden hareketle, Keşmir halkının bölge devletlerin çıkar mücadelelerinden kaynaklı mağduriyeti devam ederken; idari yapılanmanın, halk nezdinde on yıllardır içselleştirilememesi yüzünden özellikle bağımsızlık yanlısı grupların “terör eylemlerine” başvurması kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda Pakistan, sözde “cihadist terörün” merkezi ve ana destek kaynağı olmakla itham ediliyor.

Nitekim 14 Şubat’ta Keşmir’de lokal bir unsur tarafından gerçekleştirilen fakat Pakistan-merkezli Ceyş-i Muhammed tarafından üstlenilen terör saldırısında 40 Hintli asker yaşamını yitirdi. Bu saldırı son 10 yıldan daha uzun bir süredir meydana gelen en kanlı terör saldırısı olarak tarihe geçti. Bunun üzerine 26 Şubat’ta Hindistan, Pakistan’daki terör kampını bombaladığını duyurdu. Hint medyasında 12 adet Mirage 2000 jetiyle 1000 kg bombanın kamp üzerine bırakıldığı, toplam 21 dk. (bazı haber kaynaklarında 19 dk.) içerisinde kampın topyekûn imha edildiği ve 300 kişinin (yine bazı haber sitelerinde 200 kişi gibi değişen rakamlar veriliyor) öldürüldüğü dile getirildi. Oysa Pakistan, bir zamanlar kamp bulunan alanın artık habitat bulunmayan bir ormandan ibaret olduğunu açıklayarak Hint makamlarını yalanladı. Hindistan’ın saldırısına karşılık Pakistan, Hint Hava Kuvvetlerine ait iki savaş uçağını düşürdüğünü deklare etti ki, bunlardan en azından bir tanesinin gerçekliği kısa süre içerisinde kanıtlandı. Zira düşürülen uçağın pilotu Abhinandan Varthaman, Pakistan tarafından alıkoyulmuştu.

HİNDİSTAN ULUSLARARASI HUKUKU İHLAL ETTİ

Ana hatlarıyla aktarılan bu restleşme, gerek Pakistan ve Hindistan açısından gerekse bölge devletleri ve büyük güçler açısından son derece kritik bir eşik ve süreci tanımlıyordu. Neden?

Birincisi; ilk defa bir nükleer güç başka bir nükleer gücün topraklarına saldırdı. Dahası son 50 yılı aşkın bir süreçte ilk defa diğer devletin ulusal sınırları içerisinde bir hava saldırısı gerçekleşmiş oldu. Bu “angajman kuralları”nın değiştiğini gözler önüne serdi. Zira önceden kontrol hattına askerler gönderiliyor, sınır şeridinde farklı misyonlar icra edilirken en fazla yoğun yaylım ateşi kullanılıyor ancak taraflar hava gücünü devreye sokmuyorlardı.

İkincisi; Hindistan alenen uluslararası hukuku ihlal etti. Bu bağlamda John Bolton’ın Hindistan’ın “meşru müdafaa hakkı bulunduğunu” söylemesi, İsrail’in Gazze müdahalelerine benzer şekilde Hindistan’ın artık bölgedeki muhtemel uluslararası hukuk ihlalleri için adeta ‘yeşil ışık’ yakmış oldu. Öte yandan Hindistan’ın uluslararası hukuku ihlal etmesi ve angajman kurallarını değiştirmesi, artık “iki taraflı” değil “tek taraflı” bir mekanizmayı hayata geçirdiğini gösterdi.

Üçüncüsü; Keşmir sorununun yeniden uluslararasılaştırılması ihtimali doğdu. Zira Pakistan önce pilotu yakalayarak zaferini ilan etti, müteakiben pilotu salıvereceğini açıklayarak ahlaki bir duruş sergiledi. Ancak Hindistan’ın Keşmir sorununun uluslararasılaşmaması adına hiçbir zaman “arabulucu” kabul etmeme duruşu yıkıldı. Hindistan pilot mevzusunu ABD, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin araya girmesiyle kısa sürede çözüme kavuşturabildi. Bu gerçeklik; Trump’ın Vietnam’da Kim Jong-un ile yaptığı görüşme esnasında “Hindistan-Pakistan sorunuyla ilgili güzel haberlerim var” demesinden hemen sonra Pakistan’ın pilotu geri vereceğini beyan etmesiyle bir nevi kanıtlanmış oldu.

Dördüncüsü; uluslararası toplum “iç siyasetin güvenlikleştirilmesi”ne tanık oldu. Zira Modi’nin Nisan ayında gerçekleşecek seçim öncesinde devreye soktuğu sert güç uygulama politikası, aslında ekonomik alanda sergilediği başarısızlığı savunma ekseninde kapatma çabasına hizmet etti. Bu kapsamda Modi banknot krizi, inşaat sektörünün durması, işsizlik, yolsuzluk vb. hususlarda aldığı eleştirileri, terörle mücadelede kararlılık ve savunmada güçlü bir performans algısı üzerinden etkisiz kılmaya çalıştı. Oysa Modi, bu zamana kadarki terör eylemlerinin hiç birinde bu kadar sert ve caydırıcı bir mütekabiliyet yaklaşımı benimsememişti.

PAKİSTAN DOSTU VE DÜŞMANI GÖRDÜ

Beşincisi; bu restleşme Pakistan için “siyasi” mecrada bir testti. Öncelikle Pakistan’ın dostunu düşmanını ayırması söz konusu oldu. Bu anlamda ABD, İngiltere, Fransa gibi hiçbir ülkeden aleni bir destek gelmediği ortaya çıktı. Bir bakıma Batılı devletlerin, Pakistan’ın “cihadist teröre” destek vermekle itham etmeyi sürdürdükleri; İslamabad’ın terör unsurlarını “deradikalizasyon” ve “silahsızlandırılma” süreçlerinde “isteksiz” ve “yetersiz” davrandığına ilişkin savlarını korudukları açığa çıktı. Diğer taraftan, mevcut konjonktürde Pakistan’a en büyük desteğin Moskova’dan geldiği görüldü. Diğer bir deyişle, Rusya Pakistan’ı, ABD Hindistan’ı korurken, Çin ise daha pragmatik biçimde “dengeli” bir rasyonalite kurmaya çalıştı. Bu hususta ABD’nin, Asya-Pasifik’e karşılık Hindu-Pasifik denklemi oluşturabilmesi için Çin’e karşı yanında en temel aktör olarak Hindistan’ı bulundurması gerektiği hatırda tutulmalıdır.

Altıncısı; bu restleşme Pakistan ve Hindistan açısından “askeri” mecrada bir testti. En başta, Pakistan’ın gerçek-zamanlı ve etkili bir mukabelede bulunduğu kabul edilmelidir. Bu çerçevede Pakistan Hava Kuvvetleri’nin halen mütekabiliyet gücüne haiz olduğu aşikârdır. Ancak Pakistan’ın Hint Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarını tespit edememesi gerek Pakistan’ın önleme kapasitesi ve gerekse İsrail’in Hindistan’a destek verip vermediği noktasında manidar ve irdelemeye açıktır. Diğer taraftan, Pakistan’ın konvansiyonel anlamda Hindistan’la karşılaştırılması mümkün değildir. Zaten bu nedenle Hindistan’ın “Soğuk Başlangıç (Cold Start) Doktrini”ne karşı, Pakistan’ın taktik nükleer silah NASR’ları geliştirdiği sıklıkla dile getirilmektedir. İlaveten Hindistan’ın yakın gelecekte “Rafael” ile “S-400” tedariki göz önünde bulundurulmalıdır. Keza Pakistan’ın ekseriyeti Batı’dan temin etmesine karşın, Hindistan’ın silah tedarikçi yelpazesi çok daha geniştir. Bunların arasında Rusya, ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail’in isimleri sıklıkla zikredilmektedir. Bu yönüyle Pakistan’ın modernizasyon ve sistem güncellemelerinde Batıya bağımlığının devam ettiğine dikkat çekilmektedir.

Yedincisi, Pakistan ve Hindistan arasındaki çatışmanın nükleer savaşa evrilmesinin düşük bir ihtimal olduğudur. En başta İmran Khan daha temkinli ve itidalli bir üslup benimsemektedir. Modi’nin de Nisan ayındaki seçimleri düşünerek daha saldırgan ve agresif bir tutum sergilediği gözlemlenmektedir. Ayrıca Hindistan nüfus bakımından 6 kat, ekonomik bakımdan ise 8 kat daha büyüktür. Keza Global Fire Power’ın askeri güç sıralamasında Hindistan dünyanın 4’üncüsü, Pakistan ise 13’üncü sıradan 17’ye gerileyen bir konumdadır. Ancak yine de stratejik ve taktik nükleer güç açısından bakıldığında, Pakistan’ın 2010’dan sonra dengeyi lehine doğru çevirdiği görülmektedir. Buna rağmen her iki ülkenin “nükleer bir yıkım” istemeyecekleri, nükleer caydırıcılığı aynı zamanda istikrarlaştırıcı etki doğurduğunun farkındalar. Kaldı ki ne bölge devletlerinin ne büyük güçlerin “nükleer savaş” ihtimalini hazmedemeyecekleri; nükleer savaşın sadece iki ülke ve bölge için değil, uluslararası güvenlik ve savunma mimarisi açısından büyük bir yıkım olacağı bilinciyle “arabulucu” rollerini koruyacakları kuvvetle muhtemeldir.

#Hindistan
#Pakistan
5 yıl önce