|

İnsan hakları hukuku ve çözüm süreci

Barış hakkına ilişkin ilk düzenlemeler 1945 tarihli BM Şartı''ndan beri gözlemlenebilmekte ise de, bir insan hakkı olarak barış hakkının ortaya konması için özellikle 1970''li yılların ikinci yarısına kadar (üçüncü kuşak haklar kategorisinin ifade edilmeye başlandığı evreye kadar) beklemek gerekmiştir.

Doç. Dr. Adil Şahin
00:00 - 4/08/2013 Pazar
Güncelleme: 20:08 - 3/08/2013 Cumartesi
Yeni Şafak
İnsan hakları hukuku  ve çözüm süreci
İnsan hakları hukuku ve çözüm süreci

Türkiye''de, yaklaşık otuz yıldan beri devam eden ''şiddet/terör'' ortamının elli bine yakın kişinin ölümüne yol açtığı belirtilmektedir. AK Parti hükümetinin, anılan bu şiddet ortamının sonlandırılmasına ilişkin bir çözüm yöntemi olarak kurguladığı ''akil insanlar'' yöntemine dayanan girişimi ise kamuoyunda bazı kesimlerin ciddi manada olumsuz tepkisini çekti. Dillendirilen eleştirilerin bir kısmı bizzat akil insanlara ilişkinken; eleştirilerin bir kısmı da benimsenen çözüm yönteminin kendisine yönelik oldu. İşte tam da bu noktada (özellikle 11 Mayıs 2013 tarihli Reyhanlı katliamını ve bir operasyon olduğu artık netleşen 1 Haziran 2013 tarihli Gezi parkı kalkışmasını göz önünde tuttuğumuzda) yakıcı soru şudur: Ulusalüstü insan hakları hukuku açısından devletin/hükümetin, şiddeti/terörü ortadan kaldırma, bireyin yaşam hakkını temin etme ve barışı içeren bir ortamı tesis etme konusunda bir yükümlülüğü/ödevi yok mudur?

Hem bireysel, hem de kolektif yönlü olan barış hakkı, insan hakları hukukunda, 1970''lerin başından itibaren ifade edilmeye başlanan ''üçüncü kuşak haklar'' kategorisine dâhil olarak kabul edilmektedir. ''Bireylerin yaşam hakkının'' bir görünümü niteliğinde olan ''barış hakkı'', tıpkı öteki haklar ve özgürlükler gibi bir haktır ve ''herkesin barışı talep edebilmesi hakkı'' şeklinde kavranmaktadır. Orijininde uluslararası hukuka özgü iki kavram olan ''savaş'' ve ''barış'', bireyin yaşamının korunabilmesi bağlamında insan hakları teorisi ile de yakından ilişkilidirler ve insan hakları hukukunda savaşın/şiddetin/terörün yokluğu anlamında ''barış hakkı'' olarak anılmaktadırlar.

Barış hakkına ilişkin ilk düzenlemeler 1945 tarihli BM Şartı''ndan beri gözlemlenebilmekte ise de, bir insan hakkı olarak barış hakkının ortaya konması için özellikle 1970''li yılların ikinci yarısına kadar (üçüncü kuşak haklar kategorisinin ifade edilmeye başlandığı evreye kadar) beklemek gerekmiştir. Barış hakkı, BM''nin 1978 tarihli bir bildirisinde ''Her insanın, varlığına yerleşik olan barış içinde bir arada yaşama hakkına'' sahip olduğu şeklinde açıkça ve özenle vurgulanmaktadır. İnsan hakları hukukunda, devletlerin, hakların korunabilmesi ve insan onuruna uygun yaşam standartlarının gerçekleştirilebilmesi adına ''üç parçalı yükümlülükler tipolojisi'' diye adlandırılan ''ödevleri'' vardır.

BARIŞ HAKKININ KORUNMASI

Bu ödevlerin ilki, ''devletin insan haklarına saygı göstermesi'' yükümlülüğüdür. İkincisi, ''devletin insan haklarını koruması'' iken; üçüncüsü de ''devletin insan haklarının gerçekleşebilmesi için gereğini yerine getirmesi'' ödevi olarak ifade edilmektedir. Sözü edilen ve insan hakları hukukunda devlete ait yükümlülükler şeklinde kodlanan bu ödevler, yeniden hatırlatalım ki, barış da bir insan hakkı olduğuna göre, barış hakkı için de geçerlidirler. Bir başka ifade ile devlet, barış hakkına saygı göstermelidir; barış hakkını korumalıdır ve barış hakkı için gerekenleri yapmalıdır.

Öte yandan, barış hakkının hem negatif, hem de pozitif bir yönünün olduğunu da söyleyebiliriz. Barış hakkının bir yönü, barışa yönelen ilerlemenin engellenmemesi şeklinde negatif bir yükümlülüktür ve toplumun barışa yönelik olan eylemlerinin kamu otoritesi tarafından engellenmemesi anlamına gelmektedir. Barış hakkının ikinci yönü ise yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası düzlemde barışın sağlanması ve korunması için önlemlerin alınması ve bunların desteklenmesi biçimindeki pozitif yükümlülüktür. Yani devlet, insan hakları hukukunda, şiddetin önlenmesi ve barışın tesis edilmesine ilişkin olarak acilen yerine getirmek zorunda olduğu ödevler/yükümlülükler ile donatılmıştır. Barışı sağlama ve şiddeti önleme konusunda devlet, üzerine düşen yükümlülüğünü bütün enstrümanlarını kullanarak yerine getirmez ise ilgili devletin insan hakları hukukunu ihlal ettiği gündeme getirilebilecektir. BM eksenli olan 1982 tarihli bir genel yorumda ''devletin; savaşları, kitlesel şiddet eylemlerini engelleme yükümlülüğünün'' altı çizilmektedir. 1983 tarihli ve yine BM eksenli olan bir başka genel yorumda da ''her türlü savaş propagandasının yasaklanması'' vurgusu, bireyin yaşam hakkının korunması ve barışın tesisi noktasında ciddi manada önemlidir.

(İLLÜSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM)
TOPLUMSAL AKTÖRLER

BM''nin 1999 tarihli olan ''Barış Kültürü Bildirisi'', şiddetin önlenmesi ve barışın sağlanması ilişkisi ekseninde hem daha yeni tarihlidir, hem de yaşam hakkı-barış hakkı ilişkisini daha net olarak ortaya koymaktadır. Barış Kültürü Bildirisi''nde, yaşama saygı göstermek, şiddete son vermek, eğitim/diyalog/işbirliği yoluyla şiddeti ortadan kaldırmak suretiyle hem ulusal, hem de uluslararası çevreyi barışa uygun kılmak hedefi özenle altı çizilen nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. BM''ye göre, ''barış kültürünün oluşturulmasında hem HÜKÜMETE/DEVLETE, hem SİVİL TOPLUMA, hem de MEDYAYA ciddi manada ve önemde (birlikte olarak) rol düşmektedir. Toplumsal aktörler (sivil toplum, medya ve devlet/hükümet) barış ortamını birlikte tesis etmek ödevi ile donatılmışlardır.

Şayet devlet, bahsi geçen bu yükümlülüklerini yerine getirmez ise bireyin yaşam hakkını ve dolayısıyla da barış hakkını ihlal etmiş olacaktır. Tersinden ifade edersek, devletin birincil görevi ve de aslında varlık sebebi (en azından, otoriter ve totaliter olmayan devletlerde) bireysel yaşamı koruyarak barış hakkını tesis etmektir.

O halde Türkiye''deki çözüm/barış süreci, ''insan hakları hukukunun'', dolayısıyla da genel anlamda ''hukukun gereğinin yerine getirilmesi'' ile eş anlama gelmekte, otuz yıla yakın bir süredir Türkiye''de geçerli olan cari duruma bir son verme girişimi olarak açığa çıkmaktadır.

Şiddeti önlemek ve barışı tesis etmek için elinden geleni yapmayan bir devlet, insan hakları hukukunun bakış açısına göre, ''bireyin yaşam hakkını ve dolayısıyla da barış hakkını ihlal etmektedir'' diye nitelendirilebilecektir. Nihai tahlilde, asli görevi zaten bireyin yaşamını koruyarak barış hakkının gereğini yerine getirmek olan devletin ilgili girişimlerinin negatif yönden eleştirisi, insan hakları hukukunun verilerini arka plana atmak ve görmezden gelmek anlamına gelmektedir.

11 yıl önce