|

İsrail bir yol kazası değildir Batı’nın kendisidir!

İsrail’in 14 Mayıs 1948'de resmen devletleşmesi, öncesi ve sonrasıyla tüm yaşananlar dini inançlar ile politik gereksinimlerin eklemlendiği karmaşık bir yapılanmayı önümüze getiriyor. Bir taraftan Yahudi inancıyla motive edilen Vadedilmiş Topraklar arzusu diğer taraftan Medeniyetler Çatışması, Tarihin Sonu tartışmalarıyla görünürleşen İslam karşıtlığı veya İslam’ın bir anlam kaynağı, bir değer sistemi olarak alternatif olma potansiyelini devre dışı bırakma siyaseti kimi ayrılıkları barındırsa da ana formülasyon olarak benimsenmiştir ve yürürlüktedir.

Yeni Şafak ve
04:00 - 13/12/2017 Çarşamba
Güncelleme: 03:20 - 13/12/2017 Çarşamba
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
ABDULBAKİ DEĞER - ÖZGÜR EĞİTİM-SEN GENEL BAŞKANI

Reconquista, Endülüs’teki Müslüman varlığının Hristiyanlar tarafından ortadan kaldırılması için kabul edilen amacı ve gösterilen çabayı tanımlar. İspanya’nın yeniden Hristiyanlaştırılması anlamına gelen süreç tarihin gördüğü en dramatik yok etme stratejilerinden biriydi. Moriskoların trajik hikâyesi bile yaşanılanların dehşetini göstermeye yetiyor. 700’lerin başında Endülüs’te varlık göstermeye başlayan Müslümanlar 1500’ün hemen öncesinde görünmez olacak şekilde süpürüldüler, kazındılar. Dile kolay, yaklaşık sekiz yüzyıl süren bir varlık bugün zihinlerde bile sönmeye yüz tutmuş titrek bir hayal hüviyetindedir.

İki yüzyıl önce bırakın fiili bir tehdit oluşturmayı marjinal bir düşünce olarak bile belirmeyen bir kimlik İslam dünyasının varlığını ve niteliğini doğrudan etkiler niteliktedir bugün. Tarihsel olarak; ne Müslümanlarla aynı kadere mahkûm edildiği İspanya’da ne de 2.Dünya Savaşı sürecinde Avrupa’da tabi tutulduğu soykırımda Yahudilerin ötekisi Müslümanlardı. Gel gör ki tüm tarihsel serencamına sinmiş bu sorunu (Yahudi sorunu bir Batı sorunudur) büyük bir maharetle İslam dünyasının başına musallat eden Batı, Yahudilerin tarihsel hafızasını formatlayarak hem kendisini hedef olmaktan çıkardı hem de siyaseten kullanımı dışında pek kabarmayan bu vicdan azabını İslam dünyasının kalbine yerleştirerek bu dünyanın dengesini altüst etti.

DİNİ VE POLİTİK BİR KARIŞIM

İsrail’in 14 Mayıs 1948'de resmen devletleşmesi, öncesi ve sonrasıyla tüm yaşananlar dini inançlar ile politik gereksinimlerin eklemlendiği karmaşık bir yapılanmayı önümüze getiriyor. Bir taraftan Yahudi inancıyla motive edilen Vadedilmiş Topraklar arzusu diğer taraftan Medeniyetler Çatışması, Tarihin Sonu tartışmalarıyla görünürleşen İslam karşıtlığı veya İslam’ın bir anlam kaynağı, bir değer sistemi olarak alternatif olma potansiyelini devre dışı bırakma siyaseti kimi ayrılıkları barındırsa da ana formülasyon olarak benimsenmiştir ve yürürlüktedir.

6 Aralık günü ABD Başkanı Trump’ın Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ve on yıllardır tartışılagelen büyükelçiliğin Kudüs’e taşınması sürecini başlattığını tüm dünyaya ilan etmesi de bu formülasyonun teyidi hükmündedir. İslam dünyası başta olmak üzere pek çok ülkeden Trump’ın almış olduğu karara yönelik itirazlar yükseliyor. Kararın bölge barışı başta olmak üzere küresel ölçekte seyreden kırılganlığa olumsuz etki edeceği de açık. Ancak yine de tüm bu itirazlar ve kararın olası komplikasyonları geleceğe ilişkin kısa, orta ve uzun ölçekli stratejik planlamaların yapıldığı bir düzlemde atılan adımın hesapsız-kitapsız olduğuna, ne yapacağı kestirilemeyen agresif bir figürün hezeyanından kaynaklandığına dair bir saflığa bizi sürüklemesin.


‘KENDİ İÇİN ŞEY’ OLABİLMEK

Trump sıra dışı vaziyetiyle bazı politikaların kişisel algılanmasına zemin hazırlasa da yürürlükte olanın ABD’nin hatta Batı’nın ana akım siyaseti olduğu izahtan varestedir. İçinde bulunduğumuz ahval ve şerait zaten mevzunun bu kısmını talileştirmiştir. Bugün dünya ve özelde İslam dünyası için mesele öncelikle ABD’nin, İsrail’in veya Batı’nın ne olduğu, ne yaptığı veya neyi yapmadığı değildir. Hatta Trump’ın son Kudüs kararı vesilesiyle yükselen duygusal duyarlılık da göstermektedir ki ABD’ye, İsrail’e ve Batı’ya dönük vurgu biraz da gerçeklikten kaçma, kendini görünmez kılma girişimidir. Zira sorun veya İslam dünyasında infial yaratan son karar sadece kararı alanların durumlarını görünür kılmıyor aynı zamanda bu kararın alınması karşısında herhangi bir direnç işlevi görmeyen, göremeyen etkisiz bir mevcudiyetin varlığına da delalet ediyor. İşin esas önemli ve yakıcı olan kısmı burasıdır. Bu yüzden yaşanan infial bir tarafıyla haksız-hukuksuz bir muameleye isyan iken diğer tarafıyla varlığı acziyete duçar olmuş hasta bir bünyenin hasta olmadığına kendini inandırma gayretidir.

ABD seçimleri sürecinde Trump lehine sürüklendiğimiz yandaşlık bile vaziyetimizin nasıl trajik olduğunun göstergesidir. Biz stratejik bir okumayla Batı cephesindeki ihtilaflar üzerinden Trump’a yakın hissetmedik. Tersine kendimizce doludan kaçmaya çalışırken bir ehveni şer olarak Trump’ı kodladık ama çok geçmeden fırtınaya yakalandığımızı gördük. Buradan keşke Trump karşıtlarına yakın dursaydık anlamı çıkarılmamalı. Özü itibariyle mesele, Marx’ın ifadesiyle, ‘kendi için şey’ olmadıktan sonra kime yakın veya kime uzak durduğumuzun anlamsız olduğudur. İslam dünyasının ahvaline, devletlerine, ilişki biçimine, sosyal-kültürel niteliğine ve düşünsel-zihinsel vaziyetine ayrıca girmeye bile gerek yok. Manzaranın umut kırıcı olduğu aşikâr. Kuzey Afrika’nın batı ucundan uzak Asya’ya uzanan coğrafyada görünüm yaklaşık bir buçuk asır evvel Ziya Paşa’nın dile getirdiği “…dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm” tespitinden farklı değil.

‘SAVAŞ ÖLÜNCE DEĞİL, DÜŞMANA BENZEYİNCE KAYBEDİLİR’

1948'de kurulan İsrail’in sınırları ile bugünkü sınırları dikkate alındığında bile mücadelenin anlık değil yüzyıllara yayılan bir genişlikte olduğu gerçeğini görme zaruretimiz var. 800 yıl Endülüs’te yaşayan Müslümanların varlığı bugün El Hamra’nın kalıntılarından teyit edilebilecek hale gelmişse derin düşünmek durumundayız. 3000 yıldır savruldukları yeryüzünde Yahudiler kuşaktan kuşağa sadece acılarını, öfkelerini taşımadılar aynı zamanda olmayan devletlerini, taarruz altındaki kültür ve inançlarını da taşıdılar. Lakin geçilen badireler görülmektedir ki Yahudiler için ufuk açıcı bir deneyim olmadı, Levinas’ın ifadesiyle “ötekinin sorumluluğunu alan bir ilişkiye” yol vermedi. Örneğin Zizek’in Ruth Klüger’den alıntıladığı gibi “Auschwitz bir öğretim kurumu değildi. Orada hiçbir şey öğrenilmezdi, hele insanlık” denilebilir. Ancak yine de “Auschwitz bir öğretim kurumu olmadı, oradan hiçbir şey öğrenilmedi” dersek daha doğru, daha hakkaniyetli olur sanırım. 21. yüzyılın şafağında soykırıma uğratılan Bosna’nın efsanevi lideri Aliya’nın ‘savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir’ sözünün Yahudilere değen bir tarafı olsa gerek şüphesiz.

Yukarıda da belirttiğim gibi bu vaziyet ne Müslümanlar için ne de yeryüzünün milyarları bulan mazlum ve mağdurları için bir şey ifade etmiyor esasında. Özgürlük ve adalet mücadelesinin büyümesi bugün yapıp ettiklerinden muzdarip olduğumuz ABD, İsrail veya Batı’nın insafa gelmesi üzerinden gerçekleştirilemez. Bu beklenti zalim-mazlum dikotomisi oluşturup tercih edilebilir seçenek olarak mazlumluğu kodlamaktadır. Zalimler ise bu kurguda baş edilmesi mümkün olmayan dolayısıyla hesap sorulacak değil insafına mahkûm olduğumuz bir odak olarak nitelenmektedir. Bunun başlı başına hazin olduğu ortadadır.

SONUÇLA DEĞİL SEFERLE MÜKELLEFİZ

Bu açıdan sonuçla değil seferle mükellef olan bizler için yapılması gereken netleşiyor. Anlık kabarmalar yerine ‘uzun yola çıkmaya hüküm giydim’ şiarına uygun bir pratik bizi bekliyor. Kudüs’ü, Endülüs’ü tüm yeryüzüne yayılacak Adalet ve Özgürlüğü besleyecek, büyütecek dili, düşünceyi, inancı, aşkı oluşturmak ve ekmek gibi, su gibi, hava gibi olmazsa olmaz bir gereksinim şeklinde kuşaktan kuşağa aktarmak gerekiyor. Bu hassasiyet iklime nüfuz edecek, ilişkimize sinecek, şuuraltımıza yerleşecek. O zaman kaderin gayrete âşık olması gibi bu düşünce, bu hassasiyet elbet ete kemiğe bürünecek, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün elbette filize duracak. Mükellef bir seferle yükümlü olan bizler için düşmanlarımızın olması, düşanlarımızın çok ve büyük olması, hain işbirlikçilerin olması ve tuzakların sofistike olması mesele değil. Mesele bizim mevcudiyetimiz, mesele bizim mücadelemiz, mesele bizim diriliş ve direnişimizdir. Mesele duygusal bir kabarmadan öteye gidemeyen ilişkimizde. Tarihsel-kültürel derinliliğimizi kaybediyoruz, inanç-düşünce-ruh ortaklığımız yitiriyoruz. Stratejik ortaklığı bırakın ilişkimiz, temasımız yok. Sivil Toplum Örgütlerimizin, cemaatlerimizin, vakıflarımızın coğrafyayla, toplumla ilişkiyi ilmek ilmek dokuması gerekmez miydi? Bırakın coğrafyayla teması bugün bize sığınan dört milyon Suriyeliyle konuşabilmekten, onları tanımaktan aciz durumdayız. Tekrar etmek durumundayız; biz birşey olabilirsek, düşüncede, duyguda, şiirde, şarkıda, ağıtta besleyip büyütürsek Kudüs elbet Selahaddin’ine kavuşacak. Biz bir şey olamazsak, kendimizi dönüştürmezsek Kudüs yetim, Hanzala boynu bükük kalmaya devam edecek. O yüzden mesele çok büyük. 8 asır süren bir Endülüs, Müslüman zihinde ve vicdanda beslenemeyip nisyana terkedildiyse aynı lakaytlık bugün üzerine titrediğimiz Kudüs için ABD’den, İsrail’den, Batı’dan daha büyük tehdit oluşturuyor. Şairin dediği gibi;

Önce yüreğimizdeki Kudüs’ü işgal ettiler

Biz savaşı kendimizde kaybettik.

Kendimizde kaybettik.

#Filistin
#Kudüs
#İsrail
#Batı
6 yıl önce