|

İstanbul üzerine bir güzelleme (*)

“İstanbul gerçekten içinde nice aşkları, hülyaları, hüzünleri, umutları, özlemleri barındıran kapalı bir zarf, kapalı bir hazinedir” diyen Arif Ay, Nuri Pakdil’in pek çok şair ve yazar gibi tam bir İstanbul tutkunu olduğunu dile getiriyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 8/06/2016 Çarşamba
Güncelleme: 21:46 - 7/06/2016 Salı
Yeni Şafak

Nuri Pakdil'in İstanbul tutkunu bir yazar olduğunu önceki yazılarımda da belirtmiştim. Yine bu beyitte de Nuri Pakdil'in İstanbul sevdasının muhalif ve devrimci bir kimlikle, aynı zamanda romantik bir duyarlılıkla bütünleştiğine tanık oluyoruz. Romantik çünkü beyiti ilk okuyuşta yoğun bir çağrışım patlamasıyla karşı karşıya kalırız. İlk çağrışım da hiç kuşkusuz Ahmet Haşim'dendir:


Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller,


Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,


Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer?...


Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,


Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…



Ardından 19. yüzyılın meşhur kadın konser piyanistlerinden-edebiyatçı Ranier Maria Rilke'nin kuzeni-Anna Grosser Rilke'nin yüz yıl öncesinin İstanbul'unu anlattığı “İstanbul'da Bir Hoş Sada” adlı kitabını okurken altını çizdiğim şu satırları hatırladım birden: “Yaz çabuk geçti, çocuğumun hemşirenin yanında iyi bakıldığını bildiğim için gönül rahatlığıyla bir yaz geçirmiştim. Sabah güneşinin aydınlattığı, gümüşi bir sis örtüsünün arkasından camileri ve minareleriyle uyanan İstanbul'u vapurdan seyretmek ne müthiş bir şeydi! Önde, Bizans'tan yadigâr sur kalıntılarıyla çevrili Eski Saray (Topkapı Sarayı) ta uzaklarda adalarıyla Marmara Denizi… Her gördüğümde insanı büyüleyen bir tabloydu. En güzeliyse sıcaktan bunalan şehirden, tam güneş batarken Tarabya'ya dönüştü. Anadolu yakası altın rengine bulanıyor, minik pencereli yoksul ahşap evler batan güneşin yansımalarıyla ışıl ışıl parlıyorlardı. Az sonra yüzlerce minareden yükselen ezan sesi duyuluyordu. Rüzgârın estiği her yönden yankılanan müezzinin gür sesi kentin her yerindeki Müslümanlara ulaşıyordu. Günde beş kez gökyüzüne yükselen bu dua üzerimde unutulmaz bir etki bırakmıştır. Allah büyüktür!” (Avrupa Saraylarından Yıldıza İstanbul'da Bir Hoş Sada, Çev. Deniz Banoğlu, İş Bankası Kültür Yay., s.159)



İSTANBUL TUTKUNU YAZARLAR


Yine bir başka yabancıya ait çağrışım da Alberto Manguel'in “Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir” kitabında yer alan dedesine ait izlenimdir. Alberto Manguel bu izlenimini şöyle dile getirir adı geçen kitabında: “Dedemin İstanbul'a geliş sahnesini hayal etmeyi severim. Büyükbabam Karadeniz'den gelen bir gemiyle boğaza girerken belki de güneş batıyordu. Bu hiç unutamadığı bir manzara oldu. On dokuzuncu yüzyılda, İspanyol şair José de Espronceda'nın yazdığı ve yüksek sesle şiir okumayı seven büyükbabamın yıllar sonra Buenos Aires'te bulduğu dizelerde tanımlanmış bir manzaraydı:


Bir yanda Asya, Avrupa öbür yanda


Ve orada, önünde, İstanbul!



GÜNEŞ BATARKEN YANAN ŞEHİR


Gemi, suyun iki yanındaki camileri ve saraylarıyla İstanbul'a yaklaşırken, güvertede ayakta duran büyükbabam, önce bütün şehrin korkunç bir yangınla yandığını düşündü. Sonra birisi ona hemen önlerindeki Altın Boynuz Haliç'ine bu adın alev alev gün batımları nedeniyle verildiğini söyledi. Bu, geleceğini arayan bir genç adam için çok esinlendirici bir başlangıçtır. Galata'da gemiden indi ve bu şaşırtıcı şehrin sokaklar labirentinde serseme dönmüş gibi dolaştı. Mum kadar ince minareler ve dev semaverleri andıran parıldayan kubbeler çevresinde görkemli bir şekilde yükseliyordu.” (Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir, Çev. Sevin Okyay-Kutlukhan Kutlu, YKY, s.27)



İstanbul'un gurup vaktine ilişkin İstanbul'u anlatan kitaplarda, şiirlerde karşımıza çıkan bu yangın izlenimi değişmez bir tablodur. Bu tabloyu en güzel anlatanlardan biri de Abdülhak Şinasi Hisar'dır. “Boğaziçi Yalıları” adlı kitabından bir bölüm: “Güneşin battığı yerin civarında bazı bulutlar tutuşur, göklerde bir hayal âlemi kurulur ve gurubun saltanatı başlardı. Ufukta güneşin yerini bir kızıllık alırdı. Bu kızıllık gizli bir ateş gibi yanar, alevlenir, kıvrılır, hatır ve hayale gelmez renkler yayar, kanar, parlar ve gitgide nihayet kül olacak bir siyahlığa bürünürdü. Bazı klasik, büyük tablolarda olduğu gibi göklerde heybetli bulutlar tarihi edalar alırlardı. Mercan bir buhurdan, renkleri tütsülerdi. Gök kızararak ve gözlere daha kuvvetli bir görüş hassası vererek renklerini elvan elvan göstermiş olurlar ve bu inanılmaz manzara dakikalarca sürerdi. Ufukta kızıl karanfiller açar, kanar, her yeri bir yangın yeri kaplardı. Her zaman canlı ve şimdi solan, kararan sular da romantik iniltilerini duyurmaya koyulurdu. O zamanlarda esen hafif rüzgârlar gurubun hitapları gibi işitilir, uhrevi, gizli bir musiki makamı dinlenirdi. Bu vakitler, Boğaziçi'nde, dünyanın şüphesiz en yüksek bir zirvesinden akseden sözler ve dökülen sesler duyulmaya başlardı. Gurup gözlerden gönüllere ve beyinlere geçerek bu kıyılardaki insanların en ümmilerine bile Wagner'in kızıl musiki tufanına benzeyen operalarını seyrettirmiş, ruhlarını Victor Hugo'nun bazı yarı aydınlık yarı karanlık, yarı felsefi yarı uhrevi şiirleriyle büyülemiş olurdu.” (Boğaziçi Yalıları, YKY, s.71)



BİR BAŞKA İSTANBUL GÜZELLEMESİ


Bu romantik tablo bazen Üsküdar tepelerinden esen şiddetli fırtınalarla bozulur. Şuh güzelliğiyle salınan uysal bir kadına benzeyen Boğaziçi öfkeli bir külhanbeye dönüşebilir. Dorina N. Neave “Sultan Abdülhamit Devri'nde İstanbul'da Gördüklerim” adlı kitabına bu hali şöyle anlatır: “Aniden şiddetlenen rüzgâr ve Üsküdar tepelerinden yükselen toz bulutları, birkaç dakika içinde başlayacak korkunç bir fırtınanın habercisi olurdu. Denizin yüzeyi önce beyaz köpüklü dalgalarla çalkalanır, sonra da dev dalgalar gürlemeye başlardı. Marmara Denizi'nden esen sert rüzgâr ve dalgalar evimizin rıhtım duvarlarını döverdi. Taraçaya çıkıp Boğaziçi'nin ışık hızıyla değişen bu halini şaşkınlık içinde izlemek hoşumuza gider; ancak yeterince dikkatli olmazsak duvarlara çarpıp havaya yükselen dev dalgalar, önüne gelen herkes gibi bizi de yutabilirdi. Akşam çökerken rüzgâr iyice hızlanır ve fırtına olanca şiddetini artırırdı. “ (Sultan Abdülhamit Devri'nde İstanbul'da Gördüklerim, Çev. Neşe Akın, Dergah Yay., s.39)



Yine biz Abdülhak Şinasi Hisar'a dönelim ve onun “Fehim Bey ve Biz” adlı kitabından şu İstanbul güzellemesi olan satırları birlikte okuyalım: “İstanbul, dünya güzeli bir kadın gibi, dünya güzeli olan bu şehir, her zaman gönül alıcı İstanbul, değişen her mevsiminde bir kere olsun Fehim Bey'i bu ezeli ziyafetlerinin birine çağırmaz, ruhunu güzelliklerinin büyük hamlelerinden biriyle açmaz, ayini cemlerinden biriyle olan bir kâm sunmaz, onu yüksek tepelerinin füsûn ve esâtir âlemine çıkarmaz, açan bir güle benzeyen baharının ve solan bir güle benzeyen sonbaharının kokularıyla sarmaz, ona akşamları ufuklarında tutuşan yangınlarla kanayan bir gurubun faslını duyurmaz, bülbüllerini ilahilerini onun gönlüne salmaz, hülasa, güzelliğinin ve şiirinin hususi bir dalga ile kabarıp yükseldiği müstesna günlerinin ve gecelerinin birinde bu emsalsiz tabiat, ilahi renkler, sular ve seslerle bu ruha dolmaz ve onu taşırmaz mıydı?” (Fehim Bey ve Biz, Bağlam Yay., s.84)



Bu gurup vaktine “İstanbul Lale ile Sümbül” diyen Selim İleri'nin şu izlenimini de ekleyelim: “Akşam olurken, güneş, İstanbul şehrine altın terlerle işlenmiş bir kaftan giydirir. Salacak, bakışlı İstanbul'a bir ayna olup çıkar. Pembeler ve eflatunlar, 'mordan yeşile kaçan' renkler! Evler, yukarıya tırmanmak istercesine, kademe kademe sıralanmıştır. Bu evlerden gün batımının şenliği seyredilir.” (İstanbul Lale ile Sümbül, Doğan Kitap, s.69)


Bir İstanbul tutkunu da Salah Birsel'dir. O da kitaplarında İstanbul'u sokak sokak kapı kapı anlatır. “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”, “Boğaziçi Şıngır Mıngır” bu kitapların başında gelir. “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”nda şair Leyla Hanım'dan alıntıladığı şu satırlar da Boğaziçi'nin akşamlarına ışık tutar: “Boğaziçi'nin mehtap safhalarını görenler, o sulara, o kıyılara içleri sızlamadan bakamazlar artık. Bebek'le Emirgan arası dile gelse de söylese… Hava kararınca kayıklar yalılardan ayrılırlardı. Doğu'nun en usta, en büyük musiki üstadları ay ışığı altında pırıl pırıl harelenen suların üstünde birbirleriye yarışa çıkmış gibi coşarlardı. Yüzlerce kayık sanki birbirine girerdi ve kıyılar baygın seslerle inlerdi. Bu sesle hâlâ kulaklarımdadır: 'Gördüğüm gün rûyini ey Mehlika!'


Öteden bir başka ses gelirdi: 'Ey saba esma Nigârım uykuda'” (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sander Yay., s.269)


Necip Fazıl Kısakürek'in “Canım İstanbul” şiirinden hareketle kaleme aldığı “Canım İstanbul” senaryosunda şöyle bir sahne yer alır:


Selma-Amerika'da öyle özledim ki, İstanbul'u…


Orhan-Beni değil de İstanbul'u?..


Selma-Onu vaktiyle sana ben sormuştum.


Orhan-Ben de, İstanbul senin zarfın, içinde sen varsın demiştim.


Selma-İstanbul senin zarfın; bunu nasıl doldurduğunu gelince anladım.


Orhan-Ben de onu nasıl boşalttığını sen uzaklara gidince anladım. (Canım İstanbul, Büyük Doğu Yay., s. 91)


İstanbul gerçekten içinde nice aşkları, hülyaları, hüzünleri, umutları, özlemleri barındıran kapalı bir zarf, kapalı bir hazinedir. Yahya Kemal bu hazineye “Türk İstanbul”u der. İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul'un eski semtlerinden herhangi birini, mesela, Kocamustafapaşa semtini yahut Eyüb'ü, yahut Üsküdar'ı, yahut da Boğaziçi'nin henüz milli hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat'i bir hüküm vererek, der ki: 'O halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.'


Evet, gerçek ve hassas bir sanatkâr bu hükmü verir.


Vatan toprağı bizde de ecnebi memleketlerinde de her hissedene bu vehmi veren topraktır.


Türklük, beş yüz seneden beri İstanbul'u ve Boğaziçi'ni bütün beşeriyetin hayaline böyle nakşetti.” (Aziz İstanbul, İstanbul'un Fethi Cemiyeti, s. 3)





Nuri Pakdil'in de “Seninle daha sık karşıkoyanlarız biz” dizesi Yahya Kemal'in belirttiği bu ruhu öldürmeye çalışanlara karşıdır.


G. Cabrera Infante “Şehirler Kitabı”nda Paris için “Bu kent aslında Guy de Maupassant'ın yaratımıdır” der. Oysa İstanbul bir kişiye bağışlanacak bir şehir değildir kuşkusuz. Biz İstanbul'u tıpkı Kudüs gibi, Sezai Karakoç'un deyişiyle “Gökten yere indirilmiş” bir şehir olarak biliriz.


İstanbul Simitçiler Kasîdesi-9



İstanbul VII



Yan yana yanıyor gördün ya bakır ve deniz


Seninle daha sıkı karşıkoyanlarız biz


#Arif Ay
#Nuri Pakdil
8 yıl önce