Meşrutiyete hikâyelerin aynasından bakmak

Hatice Saka
00:0013/05/2009, mercredi
G: 5/05/2009, mardi
Yeni Şafak
Meşrutiyete hikâyelerin aynasından bakmak
Meşrutiyete hikâyelerin aynasından bakmak

Nesime Ceyhan, 'II. Meşrutiyet Dönemi Türk Hikâyesi' kitabında, cumhuriyeti doğuran sancılı II. Meşrutiyet dönemini hikâyeler üzerinden değerlendiriyor. On yılık bir süreçte çoğunluğu gazetelerde yayınlanan hikayeleri ele alan Ceyhan, çalışmasının yalnızca edebiyat tarihçileri için değil tüm sosyal bilimciler için önemli bir kaynak olduğunu söylüyor.

Akademisyen Nesime Ceyhan, II. Meşrutiyet Dönemi Türk Hikâyesi kitabında, 1908-1918 yılları arasındaki çalkantılı dönemi hikâyeler üzerinden değerlendiriyor. 'II. Meşrutiyet dönemi Türk tarihi için çok önemli bir siyasal/tarihi eşik' diyen Ceyhan, yaptığı çalışmanın yalnızca edebiyat tarihçileri için değil tüm sosyal bilimciler için önemli tespitler içerdiğini dile getiriyor.

Edebiyat tarihleri genellikle 100 yılık çalışmalar üzerinden yürür. Siz on yıllık bur zaman dilimini esas almışsınız. Edebiyat tarihi ile ilgili bir çalışmanın siyasal bir dönemi kapsaması nasıl bir karşılık alır?

Türk edebiyatı tarihi, siyasal tarihimizle büyük ölçüde paralel adlandırmalara tabi tutulmuştur. Siyasi tarihteki hareketlilik, edebiyat tarihinde de benzer hareketliliği getiriyor. Özellikle II. Meşrutiyet dönemi Türk tarihi için çok önemli bir siyasal/tarihi eşik. Bu aralık (1908-1918) Cumhuriyet'e geçişte mühim bir kırılma dönemi olduğu için -bir yanda devletin var olma mücadelesi, diğer yanda modern Türkiye için aydın hareketlerinin çokluğu- yoğun bir süreç. Türk edebiyatı tarihi içerisinde de zaten müstakil bir bölüm olarak okutuluyor. Bu dönemle ilgili bir çalışma yapabilmek için tarih, sosyoloji, siyaset bilimi, felsefe ve hatta ekonomi okumaları da şart oldu. Hikâye üzerinden dönemi anlamaya çalışırken de bu yan okumalarla birlikte şu ana kadar söylenmemiş şeyleri söyleme fırsatı doğdu..

Böyle bir çalışma ciddi bir araştırma safhasını gerektiriyor. Bu tip dönemsel çalışmalarda sistemli bir dokümantasyon gerekli; ülkemizde arşiv konusunda yaşanan sıkıntıları göz önüne aldığımızda zorlu bir süreçten geçtiniz mi?

Edebiyat tarihçileri de normal tarihçiler de eski yazılı dönemle ilgili çalışma yapmaktan kaynaklara ulaşma güçlüğü yüzünden ürküyorlar. Kaynağa ulaşma noktasında çok sıkıntılı bir süreç geçiriyorsunuz. Konum gereği çalıştığım kütüphanelerin hemen hepsinde dönemin gazete ve dergileriyle ilgili tarama yapmak zorunda idim. Eski harfli dergi ve gazetelerin asıllarını elimize alamaz haldeyiz. Yüz yılı aşmış bu metinlerin bu derece heba edilmeden dijital ortama atılmamış olduğunu görüp perişan oluyorsunuz. Birçoğunun mikrofilme aktarıldığı söyleniyor ancak mikrofilmleri okumak çoğunca mümkün değil. Bir sürü kaynak heba olmuş durumda. Elbette bütün hikâyeleri topladım ve gördüm diyemem. Ancak 1200 hikâye kadarı elimden geçti. Devir hakkında fikir vermesi açısından yeterli bir sayı olduğunu düşünüyorum.

1900'lü yıllarda edebiyat türleri henüz netleşmemiş, yazılı pek çok metin için hikâye tanımı kullanılıyor. Tam bir kavram karmaşası varken çalışmalarınızda ele aldığınız metinleri hikâye başlığı altında nasıl toplayabildiniz?

Türk edebiyatında hikâye ve romanın birbirinden mutlak bir ayrılma süreci II. Meşrutiyet döneminde olmuştur diyebiliriz. Bu döneme gelene kadar roman kaleme alanlar hikâye de yazıyorlar ve genellikle hikâye ve roman birbiri yerine kullanılabiliyor. Bugün de bu iki türde aynı zamanda yazan kalem sahipleri var; ancak farkı yazar bugün ne yazdığını daha iyi biliyor. Biz roman adı verilmiş birçok hikâyeyi çalışmamıza alırken hikâye adı almış birçok romanı da eledik. Arada kaldığımız durumlar da oldu. Dönemin romanını çalışan Osman Gündüz de aynı sıkıntıyı yaşadığını ifade ediyor. Tabi sayfa sayısı ve kurgunun tek omurga üzerinden ilerleyip ilerlememesi bize kısmen ölçü oldu. Bu dönemde Ömer Seyfettin'le müstakil hikâyeci kimliği ortaya çıkar. Ömer Seyfettin, 80 küsur hikâye ile dönemin en fazla hikâye yazan adamı ve onunla hikâye türü netleşmiş. Aynı zamanda bu dönem Cumhuriyet dönemi Modern Türk hikâyesinin kaynağı sayılabilecek bir dönem:Ömer Seyfettin'den başka Refik Halit , Halide Edip ve Yakup Kadri gibi isimler bu yıllarda hikâyeci kimliklerini oturtuyorlar.

II.Meşrutiyet Dönemi'nde yayımlanan hikayelerin büyük çoğunluğu Maupassant tarzı ile yazılmış. Neden bu tarzı seçmişler?

Devirler bazen belli tarz eser üretmeyi zorunlu kılıyor. Maupassant tarzı hikâye, giriş-gelişme ve sonuç mantığı sağlam, bir merkez kahraman etrafında şekillenen, trajik unsurun öne geçtiği, şaşırtıcı sonun tercih edildiği bir hikaye tarzı. Devre baktığımızda Osmanlı parçalanıyor, üç kıtadan küçük bir toprak parçasına doğru geriliyorsunuz, kan ve gözyaşı hakim. Bu süreçte trajik olaylar yaşanıyor. Hiç kurgu için uğraşmadan yaşanan acılardan hareketle bile hikâyenizi yazdığınızda bu tarzın kucağına düşmüş oluyorsunuz. Hikâyeciler, Maupassant'ın hikâyelerini ellerine aldılar ve ondan ilham alarak yazdılar diye düşünmemiz doğru değil. Durum hikâyesi yazmanın zamanı değil, düşünmekten ziyade eylemin mevcut olduğu bir dönem doğal olarak Maupassant tarzı hikâyeyi doğuruyor.

Bu dönemde hikâyelerin gazete ve dergilerde yayımlandığını görüyoruz. Siz de çalışmanızda gazeteleri baz almışsınız. II. Meşrutiyet'te edebi metinlere neden gazetelerde rastlıyoruz?

Çalışmamda gazete ve dergileri baz aldım demem doğru değil. Basılmış hikâye kitaplarındaki tüm hikâyeleri aldım sonra gazete ve dergilere yöneldim. Henüz gazeteler edebiyat sütunlarını muhafaza ediyorlar ve neredeyse her gün bir hikâye için, tefrika roman için, şiir için mekân ayırıyorlar. Günlük hadislerin aynası olarak gazete metinlerini bilhassa önemsemek lazım. Savaş dönemi olduğu için hikâyeler propaganda aracı olarak da kullanılıyor ve gazetelerden halka ulaşıyor. Örneğin 1909'da Avusturya-Macaristan imparatorluğu Bosna Hersek'i ilhak ediyor. Avusturya mallarını boykot ediyoruz. O günkü gazetelerde Avusturya mallarını boykot etmemize dair haberlerin yanında olayın hikâyeleştirilmiş halinin gazetelerde yer aldığını görüyoruz. Elbette edebi metni tarihi metin gibi okumuyoruz; ancak savaş dönemlerinde ve tarihi eşiklerde edebi metin bir fotoğraf vazifesi yapmıştır. Ayrıca bu çalışma yalnızca edebiyat tarihçileri için değil tüm sosyal bilimciler için önemli tespitler içeriyor. Bir tarihçinin tarih kitaplarında gördüğü bir olayın veya bir sosyologun Osmanlı aile yapısıyla ilgili tespitinin pratikte çözülmüş halini hikâye içinde buluyorsunuz. Mesela yaygın inanış Osmanlı'da büyük ailelerin varlığına yöneliktir. Çok çocuk, ebeveynler, hizmetkârlar vs. Osmanlı'da aile ile ilgili sosyologların çalışmalarında Osmanlı'da Müslüman Türk ailesinin zannedildiği kadar kalabalık olmadığını okuyoruz, hikâyeler de bu kanıyı destekliyor. Hikâyelerde Müslüman-Türk ailelerin genelde iki çocuğu varken gayrimüslim aileler çok çocuklu görülüyor ve hizmetkâr kullanımı da çok kısıtlı. Bu tip örnekler çoğaltılabilir.

Kısa hikâyenin dünyada ve ülkemizde gelişimi birbiriyle paralel diyorsunuz. Ülkemizde hikâye türünün gelişimiyle o dönemde dünyadaki gelişme paralellik gösteriyor mu?

Bugün edebiyat tarzlarına baktığımızda şiir mi hikâye mi olduğu belli olmayan geçişken türler dikkatimizi çekiyor. Çünkü modern zaman bunu doğurmuştur. Kısa hikâye tüm dünyada gazeteciliğin gelişimiyle paralel bir gelişim göstermiştir, bizde de öyle. Sanat hareketlilikleri tüm dünyada birbirine paralel ilerliyor, bu insan denilen varlığın akıl ve duygu varlığı bakımından benzerliğiyle ilgili. Biz romanı Batı'dan öğrendik ancak onlara yetişmemiz uzun sürmedi. Emekleme dönemimiz çabuk geçti. Bugün II. Meşrutiyet yıllarından edebiyat tarihimize adını yazdıran ve bugün de hikâyelerini zevkle okuduğumuz isimlerin dünyanın gerisinde olduğunu düşünmek haksızlık olur.

II. Meşrutiyet Dönemi aynı zamanda siyasal görüşlerin netlik kazandığı bir dönem. Sizin incelediğiniz dönemdeki en baskın ideoloji hangisi?

Siyasal erkin Türkçülüğü desteklemesiyle birlikte 1908'den itibaren keskin bir şekilde Türkçülük tesiri altına giriliyor. Milliyetçilik hareketleri devlet tarafından destekleniyor. Zaten ölüm kalım mücadelesi içerisinde harplerle muhatap olan topluluklarda milliyetçilik hareketlerine yatkınlık tabiidir. II. Meşrutiyeti ilân eden İttihat Terakki doğrudan doğruya Milliyetçilik fikrini desteklemiştir. Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp'ın başında bulunduğu Yeni Lisan Hareketi de (1911) bu ideolojinin edebiyattaki ayağını temsil eder. Ziya Gökalp Türkçülüğün fikrî zeminini oluştururken Ömer Seyfettin bu fikri hikâyelerle pratik hayata aktarmış gibidir.

İncelediğiniz hikâyelerde baskın olarak hangi tema işleniyor?

Bu sürecin ağırlıklı teması savaş ve kadın. Harp atmosferi, bireyin öne çıktığı, melankolinin ağır bastığı Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî edebiyatını gündemden düşürür. Bunda Yeni Lisan hareketinin tesiri yok mudur, vardır; ancak sosyal atmosfer de Yeni Lisan Hareketinin tutunması için uygundur. Trablusgarp'ta, Balkanlar'da bir savaşla yüz yüzeyseniz bireysel melankoliyle uğraşamazsınız. Halka yönelme onu anlama ve onu yönlendirme ihtiyacı dili otomatik olarak sadeleştirmeyi getirir. Edebiyatın aynı zamanda bir propaganda vasıtası oluşunu unutmamalı. Devlet, bu süreçte de edebiyatı propaganda aracı olarak kullanmıştır. Kadınla ilgili temanın yoğun olması da modern Türkiye'ye geçişte kadının önemli bir etken oluşundan kaynaklanıyor. Değişimi arzulayan gruplar, kadının değişimi, eğitimi, özgür haklara kavuşması, boşanma hakkı elde etmesi, eğitim hakkı alması gibi konulara ağırlık veriyor. Hikâyelerde ısrarla gündeme gelen en önemli konu kadın ve tesettür meselesi. Kadının tesettüründen kasıt, başını açması değil çarşaftan uzaklaşması. 1912-1913 yıllarında feminist hareketler başlıyor ve bu düşünceleri, feminist derneklerin ortaya çıkardığı yayın organları da besliyor. Eğitimin modernizasyonu ile ilgili büyük hareketlilik de yine bu dönemde yaşanıyor.

Savaş ortalığı kasıp kavururken kadın meselesinin öne çıkmasını neye bağlıyorsunuz?

Bir toplumu değiştirmek istiyorsanız kadından başlarsınız. Baştan beri roman ve hikâye kadını değiştirme işlevinin bir parçasıdır adeta. Roman okumanın ahlak için uygun olup olmadığına dair yapılan tartışmaların temelinde de bu endişe olmuştur. Bugün televizyon dizileri de aynı işlevi görüyor gibidir. Batılı mı Doğulu mu olduğumuza karar verirken en büyük sıkıntı kadının konumlandırılmasını doğru yapmaktan geçiyor. Kadının değişimi ile ilgili tekliflerin devrin Batıcı, Türkçü ve Feminist dergilerinde karşılık bulduğunu söyleyelim. Dönemin İslamcı düşünürleri geleneklerimizden ödün vermeliyim Batı'nın ilmini alalım demişlerdir. Günümüzde de benzer tartışmalar sürüyor.

II.Meşrutiyet Dönemi Türk Hikâyesi'nin ardından yeni bir kitap var mı yolda?

Bugünlerde "Türk Edebiyatında Tercüme Roman" adını taşıyan bir çalışma içerisindeyim. Aslında bugünlerde demek doğru değil bir sekiz on yıldır ara ara elime alıp bıraktım, malzeme biriktirdim. 1800'lerin başından 1928'e kadarki tercüme roman serüvenimizle ilgileniyorum. Bu dönemlerle ilgili farklı başlıklar altında yapılacak her çalışma, modernleşme sürecimizdeki şifreleri çözmeye yardımcı olacaktır zannediyorum.