|

Suyun / ateşin ve akşamın şairine

“Sizin, bir ramazan akşamında gördüklerinizi anlattığınız “Bir Gezintide Görülen” başlıklı yazınızda geçen “kudsî ateş sönmüştür” diye bir yakınmanız var. Bu “kudsî ateş”in yeniden alevlenmesi ve canlanması için hiçbir çabanız olmadığına göre, belki de yakınmıyordunuz. Ben de şimdi bu ramazan gecesinde, bu mektubu yazarken sahip çıkmadığınızdan dolayı, yaşadığımız bu yüzyılı kayıp yüzyıl olarak görüyorum ve bunun melâli içindeyim.”

04:00 - 15/05/2020 Cuma
Güncelleme: 18:36 - 14/05/2020 Perşembe
Yeni Şafak
Ahmet Hâşim
Ahmet Hâşim
ARİF AY

Sevgili Ahmet Hâşim,

Size, aranızda kavgaların, didişmelerin, küsmelerin hiç eksik olmadığı Peyami Safa gibi “Hâşim! Zavallı Hâşim, büyük Hâşim” diye hitap etmek yerine “Sevgili Hâşim” demeyi daha münasip buldum. Çünkü siz, ömür boyu sevgi açlığı çekmiş, hiçbir vakit sevilmediğiniz vehmiyle yaşamış bir insansınız. Bu yüzden olsa gerek Ahmet Hamdi Tanpınar şunu der sizin için: “Hâşim düpedüz tarihle alâkasız bir adamdı. Onun için Hâşim’de, çocukça bir temellük duygusuna çok benzeyen bu hasretten ve bir de çirkinin, köksüzün karşısındaki birkaç nefret jestinden başka bir şeye rastlıyamazsınız.”

Siz bir çöl çocuğu olsanız da her şeyden önce su şairisiniz. Çocukluğunuzla birlikte Dicle’nin suyunu da İstanbul’a taşımış olmalısınız ki, ondan göller, havuzlar düşleyip, kimi zaman genç yaşta veremden ölen annenizin hayalini, hatıralarını, kimi zaman tüm geçmişinizi o göllerde ve havuzlarda seyre dalmışsınız: “Seyreyledim eşkâl-i hayâtı / Ben havz-ı hayâlin sularında / Bir aks-i mülevvendir onuçün / Arzın bana ahçâr ü nebâtı.”

Körfezin ve Boğazın sularını “gece Leyla’yı koyda yıkanırken seyreden” sizin tabirinizle “Nişli Ağâh”a bıraksanız da onunla kavganız, küslüğünüz hiç bitmemiş. O da size “Arap Hâşim” demekten geri durmamış. Siz de hep üstüne üstüne gitmişsiniz. Boğaz meselesi ile ilgili şunları der, Hasan İzzettin Dinamo anılarında: “Yahya Kemal görkemli Boğaz’ı sahiplenmiş, onun sırtlarında cem ayinleri yapıyor; Ahmet Hâşim de kimi zaman Dicle kıyılarına, kimi zaman da nerde olduğunu bilmediğimiz bir gölün kıyılarına taşınıyor, orda bütün insanları, insanlığı unutarak inziva saatleri geçiriyordu. O, bir çöl çocuğuydu. Boğaz’ın masmavi, serin sularını büsbütün Yahya Kemal’e bırakmıştı. Bir gün, bir toplantıda sesini yükselterek şöyle demiş: “Çocuklar, bugün Boğaz’daki bütün balıklar zehirlenmiş.” Herkes merakla onun Halep çıbanlı, esmer, sivri, kuru yüzüne, kapkara ateşli gözlerine bakmış. Onların merakını, Göl Saatleri şairi şöyle dindirmiş: “Bugün, Yahya Kemal, Boğaz’a eski çoraplarını atmış.” Yahya Kemal, bekâr olduğundan, elbette, sık sık çorap değiştiremez; aldığı bir çift yeni çorabı yırtılıncaya, ya da iyice kirleninceye dek giyer, sonra kaldırıp atarmış.”

NECİP FAZIL’DAN HAŞİM’E TOKAT

Yahya Kemal’le kavgalarınıza ilişkin bir anıyı da Necip Fazıl Bâbıâli’de şöyle anlatır:

“O zamanlar Osmanlı Bankası’nda çalışan Ahmet Hâşim’i görmeye gidersiniz... Sizi koridorda karşılar ve bir aşağı, bir yukarı gidip gelerek sadece Yahya Kamâl’i yermekle dehâsını göstermeye bakar:

-O, burun delikleri huni gibi açılan ve her şeyi içine çeken öyle bir esâtirî hayvandır ki, kocaman bir sebze hali veya et sergisinin çöplüğünden geçse yerde toz bile bırakmaz. Şair değil, zemin üzerinde ne bulsa midesine indirici bir elektrik süpürgesi, Nişli Agâh Bey... (Güya Yahya Kamâl’in asıl adı)... Şiiri ise âdi bir (pastiş-dıştan kopya)...

Yahya Kemâl’e gidersiniz; sizi (Serkl d’oryan) kulübünde kabul eder ve yumar gözünü, açar ağzını: -Hâ şu Bağdat fellahı, öyle mi; Alûsîlerdendir o... (Halbuki Alûsî’ler Bağdat’ta adlarına âbideler dikilmiş ve bilhassa dinî eserleriyle meşhur, soylu bir familya); nesebini unutuyor da bir de Türklük satmaya kalkışıyor! Şiirine gelince, o ne sun’îlik, zorakilik ve özenti (sembolizm)... Ve o ne çetrefil ağdalı, dolanbaçlı dil!..

Ahmet Hâşim hakkında ve bazı (polemik-yazıyle döğüş)ler sonunda bir Araplık-Türklük meselesi o kadar alevlenecek ki, babasının Rum dönmesi olduğu söylenen Türkçülük kuyumcusu Hamdullah Suphi’den, Hâşim’in tam ayar Türk olduğuna dair bir ‘bilirkişi’ raporu istenecektir.”

Yeri gelmişken, Bâbıâli’de kendini “Genç Şair” olarak ifade eden Necip Fazıl’dan bir anı daha aktaralım:

“Birkaç yıl evvel, Güzel Sanatlar Akademisi balosunda, Peyami Safa’ya en iğrenç küfürleri basan, Sanat Tarihi Hocası Ahmet Hâşim’i tokatlamıştı.

Akademi müdürü Namık İsmail’e Peyami Safa ile Genç Şair’i göstererek:

-Namık, bu serserileri buraya neden çağırdın?

Diye haykıran Ahmet Hâşim, karşısına Peyami çıkınca ona en galiz tarafından sövmeye başlamış, bunun üzerine Genç Şair, Hâşim’e sağlı ve sollu iki tokat atmış ve balo birbirine girmişti.

İşin Bâbıâli ahlâkı bakımından en hazin tarafı şu ki, Ahmet Hâşim gibi bir şaire sırf arkadaşı Peyami Safa’ya ettiği hakaretten ötürü darılan Genç Şair, kısa bir müddet sonra onu, Peyami ile kol kola Bâbıâli’den aşağı doğru inerken görmemiş miydi!!! Olur şey değil!!! Sen dostun için birini tokatla, sonra o gitsin, senden önce onunla barışsın!..”

DARGINLIK AKRAN ARASINDA OLUR

Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait bir hatıra da Beşir Ayvazoğlu’nun “Ömrüm Benim Bir Ateşti” kitabından:

“Güya Yahya Kemal ile Türbe’deki muhallebicilerden birinde imişiz. Yahya Kemal, Hâşim aleyhinde atıp tutuyor, kendisine yaptığı fenalıkları sayarak bana dert yanıyormuş. Ben ikide bir muhallebi kaşığını bir kılıç gibi sallayarak ayağa kalkıyor ve ‘müsaade edin Kemal bey, gideyim o herifi öldüreyim’ diyormuşum. Yahya Kemal kendisini pek rikkate getiren bu fedakârlığı ‘Otur kahraman çocuk... Bir muhallebi daha ye!’ diye taltif ediyormuş. Böylece üstâd ve tilmiz, mukaddes bir gazap içinde karşı karşıya bütün dükkândakileri silip süpürmüşüz.” Bu hatıranın ardından Beşir Ayvazoğlu’nun düştüğü şu not da hayli ilginç değil mi?:

“Tanpınar, bunları anlattıktan sonra şöyle devam ediyor: ‘Bir iki sene sonra, bir Anadolu dönüşünde, bir gün Tünel’de ayağına yanlışlıkla bastığım bir beyden af diliyordum; meğer Hâşim’miş. Öpmek için eline sarıldım ve bana haksız yere darıldığını anlatmak istedim. Fakat o beni ‘dargınlık akran arasında olur’ diyerek payladı ve koluma girerek Löbon’a kahve içmeye davet etti.”

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, Yahya Kemâl’le aranızdaki dargınlığın sebebi, Yahya Kemâl’in “Göl Saatleri için hiçbir şey yazmaması ve söylememesi” imiş. Yahya Kemâl öldüğünde Park Otel’deki odasında masanın üstünde Göl Saatleri’nin olduğunu söyleyenler var.

İSTANBUL’UN SULARI EZBERİNDEDİR

Sevgili Ahmet Hâşim, siz sadece hayali göllerin, hayali havuzların suyunu değil, Mina Urgan’ın anlattıklarına göre İstanbul’un tüm kaynak sularını adıyla, tadıyla da bilirmişsiniz: Karakulak, Hamidiye, Taşdelen, Çırçır, Kestane, Kısıklı, Halkalı, Kayışdağı, Çamlıca, Kocataş... Tabii şimdilerde bu suların çoğunun kaynağında yeller esiyor.

Su kadar olmasa da toprağa da düşkünmüşsünüz. Tanpınar bunu şöyle dile getirir: “Odasında masanın üstünde mavi bir çanak içinde kil eksik olmazdı, zaman zaman ağzına atar çiğnerdi. Bütün misafirlerine de ikram ederdi. Reddettiniz mi sizi ancak çocuklarda görülen bir mürailikle kandırmağa çalışırdı: ‘Hele bir tadın... Bakınız ne kadar memnun olacaksınız, ağzınızın içinde sanki bütün bir peyzaj eriyor...” Hatta, Frankfurt’ta hastanede yatarken de valizinizde sakladığınız toprağı avuçlayıp yerken yakalanırsınız ve doktorunuz valizinizi boşalttırır.

Şiirinizde su ve ateş iç içedir. “Ömrüm benim bir ateşti” demeniz boşa değil. Rıfat Necdet Evrimer der ki: “Hâşim, ancak hayalî visâl içinde yaşadı. İçinde sönmiyen bir ateş vardı. Bazan kendi kendine şöyle söyleniyordu: ‘Bir yalak olsam da içimden su aksa!..”

Su sizde ruhi bir oluşumun, dahası hayat buluşun bir karşılığıdır bir bakıma: “Sen suda bir başka güzellikle doğarsın / Sen her suda bir başka ziya, başka kamersin / Ormanların ağûş-ı sükûtundan akıp âb / Senden alır âhengine bir girye-i bî-tâb / Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye / Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvâzi semâye / Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller / Altında senin hüsn-i esâtîr ile titrer...”

Bütün ömrünce “hayatın bütün şekillerini hayal havuzunun sularında seyrettin.” : “Seyr eyledim eşkâl-i hayatı / Ben havz-ı hayâlin sularında / Bir aks-i mülevvendir onuçün / Arzın bana ahçâr ü nebâtı” diyerek.

HUZURUN YERİ LÜGATINDA YOK

Senin lügatında saadetin, huzurun yeri yok be Hâşim usta. Varsa yoksa “melâl”. “Melâli anlamayan nesle âşina değiliz” amenna, ben de sizin melâlinizi anlamaya çalışıyorum. Hayatınızın kayda geçilmiş ayrıntılarında gezindiğimizde, çocukluğunuz dışında sizi bu denli mutsuz kılacak büyük hadiselere de tesadüf edemiyoruz. Küçük yaşta annenizi kaybetmeniz, sert mizaclı babanız tarafından İstanbul’a getirilmeniz, bir yıl Türkçe öğrendikten sonra Galatasaray Lisesi’ne yatılı olarak kaydedilmeniz, zeki ve duygulu, içe kapanık bir çocuk olmanız mı ruh dünyanızı bu denli altüst etti? Alferd Adler’in “yaşamın ilk beş yılının ve bu süredeki aile içi ilişkilerin kişilik özelliklerinin belirlenmesinde büyük önem taşıdığı” sözü durumunuza ne kadar açıklık getirir bilemem. Ne ki, yine de bir ihtiyat payı bırakarak Rıfat Necdet Evrimer’e kulak veriyorum: “Değerli edip Abdullah Şinasi Hisar’ın dediği gibi, Hâşim’de mechullerin aşkı ve onların daüssılası vardı ve onun için mahrem-i melâldi. O, kendi kendine, bir insanoğlu duyar ve duyduğu zaman neler duymaz ki, derdi. Zaman zaman birtakım komplekslerin tesiri altında kalır, iyiyi kötüden ayırdetmiyerek hepsini aynı torbaya koyardı. Hâşim’de bazan kendisinin de izah edemediği bir ‘Narcissisme’, bir nefse hayranlık başlar ve onu çocukça bir masumluk takip ederdi.” Evrimer yazısını şöyle bitirir: “Hâşim, ölünceye kadar büyük bir çocuk kaldı ve bir volkan olan zekâsının kraterinde alevden bir fıskıye hâlinde yaşadı ve öyle yanıp söndü.” Oysa siz “Zeka, nar, ayva, portakal gibi geç renk ve râhiya bulan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmedikçe bu asîl meyva ballanmıyor.” dersiniz.

KENDİNİ ÇİRKİN GÖREN ŞAİR

Evrimer’in sözünü ettiği “birtakım kompleksler”in başında, kendinizi çirkin görmeniz gelir. Oysa, fotograflarınıza bakıyorum, öyle çirkin mirkin de değilsiniz. Değerli yazar Beşir Ayvazoğlu’nun “Ömrüm Bir Ateşti” adlı biyografi kitabindaki çerçeveli fotografınız Yeşilçam’ın jönlerine parmak ısırtacak bir yakışıklıkta. Ama siz, ısrarla kendinizi çirkin görürsünüz ömür boyu. “Başım” adlı, başınızı yerden yere vurduğunuz şiir yetmiyormuş gibi Yakup Kadri’ye yakınmalarınızın da haddi hesabı yok: “Kendisinin son derece çirkin bir adam olduğunu zannediyordu ve bu zan, ona, ilk gençlik çağından, son gençlik dönemine kadar hayatı zehir eden tasalardan biri olmuştu. Bir gün demişti ki:-Mon Cher, dün gece, bu suratımın hâli uykumu kaçırdı. Onu şöyle, hayalimde bir tashih edeyim dedim. Meslâ, alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını hazfettim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene bir şeye benzemedi. Anladım ki bu kafayı kökünden kesip atmaktan başka çare yok.” : “Bu cehennemde yetişmiş kafaya / Kanlı bir lokmadır ancak mihenim / Ah yâ Rabbî, nasıl birleşti / Bu çetin başla bu suçsuz bedenim?”

Pek tuhafsınız Ahmet Hâşim! Sadece çirkinlik konusunda değil, başka konularda da tuhaflıklarınız saymakla bitmez. İşte çirkinlik konusundaki tuhaflıklarınızdan birini, Mina Urgan anlatıyor “Bir Dinazorun Anıları”ında : “Büyükada’daki evde geçirdiği ilk geceyle ilgili bir öykü anlatmıştı annem. Sabah, Hâşim’i kahvaltıya çağırmak için aşağı kata inince, hizmetçi, konuğun çoktan gittiğini, yattığı odada bir pusula bıraktığını söylemiş. Hâşim o pusulada annemi suçluyormuş. Çirkinliğini iyice meydana çıkarmak amacıyla, onun fotografını, iki güzel erkeğin fotografı arasına koyduğunu yazıyormuş. Annem, hoşuna gider umuduyla, Hâşim’in fotografını babamınkiyle şişmanlamadan önce güzel yüzlü genç olan Yahya Kemal’inki arasına koymuş meğer. Hâşim evden çıkmadan önce, kendi fotografını parça parça etmeyi de unutmamış.”

Sevgili Hâşim, çirkinim diyorsunuz ama güzellik yarışmasında jüri üyesi olmaktan da geri durmuyorsunuz. “1932 yılı yazında Cumhuriyet gazetesince düzenlenen ve Keriman Halis’in Türkiye güzeli seçildiği yarışmada jüri üyesi olarak bulundu.” Bilgisini de nesirleriniz üzerine doktora çalışması yapan değerli şair / yazar İbrahim Demirci’nin kitabından öğrendim.

“1933’de öldüğünde yetişkin bir kızdım.” diyen Mina Urgan “Bir Dinazorun Anıları”nda sık sık okulu kırıp, sizi, Kadıköy Bahariye’deki evinizde ziyaret ettiğinden söz eder. Bir gün Mina Urgan, edebiyat öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Merdiven şiiri yaşamı simgeler” sözünü size aktarınca: “Rezalet! Bu adam, alegoriyle sembolü birbirine karıştırıyor!” diyerek öfkelendiğinizden söz eder. Yahya Kamâl’i manzumeci olarak gören Mina Urgan, sizin için şunları da der: “Ahmet Hâşim gibi bir insan görmedim. Oscar Wilde, yazılarına ancak yeteneğini, asıl dehâsını yaşamına koyduğunu söyler. Ahmet Hâşim’in de şiirlerine sadece yeteneğini, asıl dehâsını kişiliğine koyduğunu söyleyebiliriz.”

HERKESLE KAVGALIYDI

Kişiliğinizle ilgili, askerlik arkadaşınız Hakkı Süha Gezgin de şunları der, “Edebî Portreler” adlı kitabında: “Dostlukları ölçüsüzdü. Midesi Pandeli’de, ihtirası dedikodu masalarında doyardı. Hafızasında ne kadar şahıs varsa, o kadar adamla kavgalı idi. Ama hepsiyle birden değil. Sıra ile.”

Sevgili Hâşim, az kalsın unutuyordum; siz bir akşam şairisiniz: “Susar meşâcir-i pür-şâm içinde bülbül-i âb / Sular semâ-yı hayâlâtı eyler istiâb / Döner bu sâhil-i nîlîye gölgeden kuşlar / Ağızlarında güneşten birer kızıl dür-i nâb”.

Şu “bülbül-i âb” dediğiniz kurbağa ve göllerde kamış olmak yüzünden bayağı ti’ye alındığınız anlaşılıyor. Sözgelimi Emin Yümni: “Adât-ı cihan şimdi bütün tersine dönmüş / Bülbül yerine kurbağa gül dalına konmuş” diyerek bir beyit döktürse de şairliğinizi zerre-i miktar gölgelemez. Paule Verlaine’e sormuşlar:-Siz senbolizmi nasıl tesis ettiniz? “Sembolizm mi? Bu da ne?” –Canım, siz sembolistlerin başı değil misiniz? “Haydi oradan... Ben öyle şey tanımıyorum. Ben şairim, ben dallarda öten bir kuşum.” demiş. Siz de tıpkı öyle; dallarda öten bir gece kuşu! Evrimer’in şu tespitine yürekten katılıyorum: “Ona göre san’at, büyük bir dindi. Paganist Hâşim, yalnız san’atta kuvvetli bir dindardı!..” Bu tespit, sizin asıl dine ne kadar uzak olduğunuzun da bir belgesi. Uzak olduğunuz için de hem kafanız hem de ruhunuz karmakarışık. Bu kafa karışıklığı ve çelişkiler sadece size özgü bir durum değil. Sizin kuşağın tümünde var bu boşluk hâli, köksüzlük hâli...

Sevgili Hâşim, çelişkileriniz saymakla bitmez. İki örnek vermek istiyorum bu çelişkilerinize: O meşhur “Müslüman Saati” yazınızda İslâm’ın zaman kavramını ve bu kavram doğrutusundaki hayat tarzını öve öve bitiremiyorsunuz: “Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler.” diyorsunuz. Gel gelelim ardından: “Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilâhlarınki gibi, iğrenç yaşın hiç bir izini taşımıyor. Alevden çokun bir nehir hâlinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin meydana gelmesine yol açan fikirler kaynağı başı, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe kayıtsız, mavi gök altında, sesiz ve gülümseyerek duruyor!” diyorsunuz.

Sizin, bir ramazan akşamında gördüklerinizi anlattığınız “Bir Gezintide Görülen” başlıklı yazınızda geçen “kudsî ateş sönmüştür” diye bir yakınmanız var. Bu “kudsî ateş”in yeniden alevlenmesi ve canlanması için hiçbir çabanız olmadığına göre, belki de yakınmıyordunuz. Ben de şimdi bu ramazan gecesinde, bu mektubu yazarken sahip çıkmadığınızdan dolayı, yaşadığımız bu yüzyılı kayıp yüzyıl olarak görüyorum ve bunun melâli içindeyim.

Sevgili Hâşim, karşınızda “fettan bir kız gibi göbek atan” hayat gün geldi sizi de terketti. Hastalıklar peşinizi bırakmadı. İyileşme ümidinizin kalmadığı anda ölememenin çaresizliğiyle “İnsanı ölmekten alıkoyan ve bir yarım hayat içinde bunalmış bırakan tıbba lânet ediyorum.” demekten kendinizi alamadınız.

Vefatınızdan on beş gün önce ziyaretinize gelen Ali Naci’ye: “Ah tout est fini: C’est La Mort, la grande Mort qui arrive. (Ah, her şey bitti; bu gelen ölümdür, o koca ölümdür.) demişsiniz. Çıkarken de arkasından “Kardeşim şu aydınlığı kapa!..” diye seslenmişsiniz. Bu sözünüz birden Goethe’nin ölürken söylediği “Biraz daha ışık!” sözünü hatırlattı. Burda da bir çelişki yok mu?

“Her şey bitti.” diyorsunuz ya sevgili Hâşim, aslında her şey yeni başlıyor, öyle değil mi?

#Ahmet Hâşim
#Peyami Safa
#Yahya Kemal
4 yıl önce