Hangi gece kuş yüreği değilse Kadıköy
Çok sık görürsünüz çömelip ağlayanları
Çocukluğumun Yeşilçam filmlerinin en dramatik sahnelerinden biri de elinde tahta bavulu, sırtında yorganı, Kars'tan, Erzurum'dan, Sivas'tan, Çorum'dan, Yozgat'tan, Niğde'den, Malatya'dan, Van'dan Anadolu'nun değişik şehirlerinden, kasabalarından, köylerinden gelenlerin Haydarpaşa'nın merdivenlerinde görüldüğü sahnelerdir. Büyük bir heyecanla birlikte şaşkınlığın yaşandığı, yüzlerindeki tebessümün yerini gittikçe koyulaşan hüznün aldığı, taşı toprağı altın deyip büyük bir umutla yola çıkanların eşiğine adım attıkları İstanbul'un kapılarından biridir Haydarpaşa.
Nuri Pakdil'in Haydarpaşa'nın merdivenlerindeki duruşu bir gurbetçi duruşu değil, bir devrimci duruşudur: “Haydarpaşa'nın merdivenlerinde, birden, Ayasofya Camii ki, direnişimin yavaş yavaş meydana çıkışındaki güzelliktir” der. (Klas Duruş, s.37) Sonra da kendini Erenköy istasyonundaki çınarla özdeşleştirir: “Erenköy istasyonundaki görkemli çınara alışmaya çalışıyorum: tüm inananların direnci de böyle; köklü, damıtılmış özsuyu toplayarak, geçer insandan insana bir akım; insancıl bir dik kafalılık.” (Bir Yazarın Notları-II, s.10)
Söz konusu göç dalgası hiç bitmedi, bugün de sürüp gidiyor. İstanbul'u çepeçevre kuşatan, asıl İstanbul'u nefes alamayacak hale getiren, herhangi bir Anadolu şehrinden farksız, bir ikinci bir üçüncü İstanbul daha oluştu. Büyük umutlarla gelenlerin bir bölümü umutlarını yeşertecek ve büyütecek imkânlara sahip olurken büyük bir bölümü de köyünde, kasabasında yaşadığı hayattan daha derbeder, daha çileli bir hayatı yaşamaya razı oldular. Bir de hiçbir şeyde dikiş tutturamayan, açıkta kalan bir grup var ki onlar da İstanbul'a serpiştirilmiş garibanlar takımıdır.
İstanbul Anadolu'nun gurbeti olmuştur hep:
Yârim İstanbul'u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayri dayanacak özüm kalmadı,
Mektuba yazacak sözüm kalmadı.
Aslında bu türkü değil, bir ağıttır. Sılaya dönmeyenler için yakılan bir ağıt. Bu ağıt gurbetteki için de geçerli. Sadece sıladaki ağlamıyor, gurbetteki de ağlıyor. İstanbul'a gidip de ortada kalan, sılaya da dönemeyen “çömelip ağlayanlar” bunlar. Nuri Pakdil, İstanbul'un bütün tarihi ihtişamını bir bir cümlelere dökerken gündelik hayatın içinde sıkışıp kalmış garibanları da görür ve onları da kayda geçirmeden edemez. “Arada ağıt, inilti; gelir gider Haydarpaşa'ya; trenlerle” der.
Nuri Pakdil Kadıköy'de çömelip ağlayanları görürken, Sezai Karakoç da Osmanağa Camii'nin yanındaki Ulu Çeşmeyi görür ve onun içler acısı halini “Çeşmeler” şiirinde şöyle dile getirir:
Kadıköy'de Osmanağa Camii'nin yanındaki
Buruşturulmuş bir kâğıt gibi
Çürümüş sebzelerle yemişlerle
Ödüllendirilmiş
Ruhumun öz penceresi
Üstüne kokmuş isyan afişlerinin asıldığı
Yavru kedilerin köpeklerin annesi
Kimsenin farkına varmadığı Ulu Çeşme
Layık değiliz biz senden af dilemeye bile
Ve sen Kanuni Sultan Süleyman'ın adını taşıyan
Onun kadar alçakgönüllü dört yüz yıllık çeşme
Taşıyorsun her yerinde
“Tamir yapılır” levhalarını
Plastik ve naylondan paslı teneke ve ıvırzıvırdan
Birtakım yeni zaman kolyelerini
Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen
Hiç bilmediğin bir hayatı öğreniyorsun
Kölelik ve uşaklık bodrumunun gizli dersi
Yapıştırılıyor çile balmumuyla o kutsal alnına
İdam fermanın gibi
(Gün Doğmadan, s.478-479)
İstanbul ağıdın da, sevincin de, yoksulluğun da, varsıllığın da zirve yaptığı bir şehirdir. Bin bir tezadı içinde barındırır. “Kör bıçaklarla kesmeye uğraşsanız da, her parçası gene İstanbul kalıyor. Karaköylüler, Eminönülüler, at üstünde kitabını okuya okuya geçecek bilgeyi mi bekliyorlar?” (Bir Yazarın Notları-III, s.52) Nuri Pakdil'in bu sorusu, tezadı ortadan kaldırmaya yönelik bir umudu da içermiyor mu? Su gibi akar İstanbul Nuri Pakdil'in yazılarında derinlemesine. Bazen romantizmin doruğuna çıkar tıpkı şu satırda olduğu gibi: “Boşanan bir İstanbul yağmurusun: saçların ne güzel akardı! bir kekik, bir ışık, bir kekik, bir ışık…” (Arap Saati, s.69) Bazen de tarihi bir gerçekle yüzleşilir: “İstanbul: Viyana'ya bakıyor, Bağdat'a bakıyor: Kadıköy ikimiz çok mütevazıyız.” (Derviş Hüneri, s.15) Nedir Nuri Pakdil'i İstanbul'a aşkla bağlayan? Onun bu soruya cevabı şöyle: “İstanbul: insanın, yaradılışını en iyi, en sağlam gerekçelendiği yer: Mekke'den, Medine'den, Kudüs'ten sonra.” (Kalem Kalesi, s.82)
Nuri Pakdil İstanbul'da kaldığı zamanlarda uzun yürüyüşler yapar. Her semtini, her caddesini, her sokağını adeta yeniden keşfe çıkar. “İstanbul ancak yürüne yürüne sindirilir: bilincimize.”der. (Yazının Epik Resmi Çekildiği Sırada, s.43) O, öyle açılardan bakar ki “İstanbul: bakıldıkça, düşünüldükçe derinleşen bir gökyüzüdür” onun için. Açıyı öyle ayarlar ki bu gökyüzünden şiir yağar üstümüze. Tıpkı şu bakışta olduğu gibi: “Gözünüzü yüz seksen derece açmanız koşuluyla Eminönü'nden Üsküdar açısında Galata Kulesi'ne doğru göz kırptığınızda üstünüze başınıza şiir yağar.” (Yazmak Bir Mucize, s.94)
ÖZLEMİ YAŞAYAN İSTANBUL
Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” kitabında İstanbul'un sokaklarından, meydanlarından söz ederken “Ölüm bile bu köşelerde başka çehreler takınır” diyerek önemli bir tespitte bulunur. Yahya Kemal de “Aziz İstanbul” adlı kitabında tam da Tanpınar'ın bu tespitine denk düşen bir hatırayı nakleder: “Epey seneler evvel İstanbul'u görmeye gelen şair Henri de Régnier, Eyüb mezarlıklarının bir yokuşunda durmuş, Türk ölümünün derin bir vecdiyle, Türk ırkından doğup, bizimle beraber yaşayıp, öldükten sonra mezarına sarıklı bir taşın dikilmeyeceğine acımış ve 'İstanbul! Müminlerinin o kadar sevdiği Eyüb servilerini altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim!' demişti.” (Aziz İstanbul, s.107)
Yahya Kemal Eyüp için “Türklerin ölüm şehri” dese de Nuri Pakdil Eyüp için “Eyüp'ü yalnızca okuduğum kitaplarda mı yaşasam? Giz, Eyüp'te, ölüme ait değil; yaşama buyuran, capcanlı parıltı. Devingen, kabına sığmayan, coşturan gizem; Eyüp'ün yaşama eklediği” der. (Bir Yazarın Notları-IV, s.50) Nuri Pakdil İstanbul'u Hicaz'dan, Mekke'den, Medine'den, Kudüs'ten, Saraybosna'dan, Şam'dan, Bağdat'tan ayrı düşünmez. 1920'lerden sonraki kopartılışın yalnızlaştırdığı İstanbul bu yüzden hep bir özlemi yaşar. “İstanbul'un denize akan sokakları, serin sabahlarda, az biraz çimdikten sonra geri çekilirken, suların gözlerinden özlem yaşları damlar: ben çok severim o saatleri!” der. (Büyük Sorgu, s.85)
Ahmet Hamdi Tanpınar da bu yalnızlaşmayı şöyle dile getirir: “İstanbul böyle değişmedi. 1908 ile 1923 arasındaki on beş yılda o eski hüviyetinden tamamıyla çıktı. Meşrutiyet İnkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne bir yığın küçük, büyük yangın, mali buhranlar, imparatorluğun tavsiyesi, yüz yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923'te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyla giderdi.” (Beş Şehir, s.19) Ardından da şunu der Ahmet Hamdi Tanpınar: “En büyük meselemiz budur; maziyle nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir 'olmak veya olmamak' davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.” (Beş Şehir, s112) Nuri Pakdil de bu konuda son noktayı şöyle koyar: “1923 yabancılaştırma girişimleri hep gündemde bulunmalı, yabancılaşma sürecindeki konumumuz sürekli vurgulanmalı, üzerinde düşünülmelidir. Aslında, biz uygarlığımızdan koparılmasaydık çağın sorunları bu denli yoğunluk kazanmayacaktı. Çünkü dengesini yitirmeyecekti çağ.” (Biat-II, s.11) Belki de dünyada bu kadar acı, ağıt, kan ve gözyaşı olmayacaktı. İstanbul gecelerinde diz çöküp ağlayanlar da.
* Osmanlı Simitçiler Kasidesi-5