|

Yeni yönetim sisteminin konusu ve öznesi

Yeni Şafak ve
04:00 - 23/07/2018 lundi
Güncelleme: 03:44 - 23/07/2018 lundi
Yeni Şafak
Gündem
Gündem

Ülkemizin yeni bir yönetim sistemine geçtiği şu günlerde büyük Cevdet Paşa’mızı hatırlamanın tam da vakti sanki; “Bir devletin topyekûn tebdil ve tecdid-i nizâmâtı, yeni bir devlet kurmaktan daha zordur” diyordu rahmetli. Çünkü o yeniden kurmak ile tebdil ve tecdit yani değiştirerek yenilemek arasındaki farkı tecrübe ile bilen devlet adamları neslindendi. Zaten yaşadıkları devre Tanzimat

yani “düzenlemeler” devri dediler. Bugün dahi, elbette çok temel farklar olmakla beraber yeni ve oldukça “zor” bir tanzimat devrindeyiz.

Bu itibarla işin fikrî felsefî zeminini iyi tahkim etmeliyiz.

***

Garplılaşma öncesi hukukumuzda sistematik tarzda tedvin edilip her probleme teşmil edilebilecek bir kanun külliyatı mevcut olmadığı için her hukuk kaidesi, orijinal ve her seferinde “mesele” ile ilk defa karşılaşılıyormuş gibi üretiliyordu. Bu itibarla, eski hukukumuz, bir “mesele hukuku” idi. Hukukun muhatap olduğu bütün sahalarda olduğu gibi idarî sahada da sadece karşılaşılan mesele için hükümler çıkarılıp uygulanıyordu. Devlet kapısına (veya/hatta mahkemelere) işi düşen her vatandaş, kendi probleminin yegâne olduğunu, benzeri durumlar için uygulanan hukuk kaideleri kapsamı dışında tutulabilecek istisnaîlikler taşıdığını ileri sürebiliyor ve gönül rahatlığıyla talep ediyordu: “Devletlim! Siz isterseniz yaparsınız!”

Esasında bütün idarecilerin aşina olduğu bir sözdür bu; “Siz isterseniz yaparsınız.” Bu sözün zihni kökleri, ancak geçmişimiz doğru değerlendirildiğinde vuzuha çıkar. Tarihî geleneğimiz icabı, devlet kapısına işi düşen her vatandaşın zihninde az veya çok “siz yaparsınız” anlayışının gölgesi vardır; idarecinin kanunen yetkisinin ve maddeten yapabilme imkanının olup olmadığını aklına dahi getirmeden söylenir; “isterse yapar”.

A.H.Tanpınar, “Bir ân’ın hikayesi bile önemlidir” diyor ve ekliyordu, “zira hududunda birikmiş asırlar vardır”. Aslında her sözün hududunda birikmiş “şeyler” vardır. “Siz isterseniz yaparsınız” sözü, asırlardan süzülüp gelen” “mûtî teba” zihniyetinin izleriyle doludur. O kadar ki, bu üç kelimelik cümlenin çağrıştırdığı anlam dünyasının içinde, tarihimizdeki güçlü, kararlı, sahib-i rey ve salahiyet, insiyatif kullanma imkan ve yetkisine sahip, kendi üslubunu kendi tayin eden idareci tipinin olduğu kadar, despot, kanun tanımaz ve yerine göre “keyfî” hareket edebilen idareci numunesinin de işaretlerini bulmak mümkündür.

Esasında bu tavrın insanî bir tarafı da vardı; ki o taraf, devlet geleneğimizin hâlâ en hassas noktasını teşkil eder. “Kerim devlet” anlayışının yansımaları arasında zikredebileceğimiz bu insani espri, vatandaşın devletten merhamet ve anlayış beklentisinin en şaşırtıcı ifadesidir. Devletten neşet eden bu “esnek” tavrın muhatabı olan halk, büyük bir gönül ferahlığı ile yöneticilerine gizli saklı bütün dertlerini döker, hiç kimseye göstermediği “yarasını” idarecisine çekinmeden gösterirdi. “İdareciler katında hakkı olmayan hiçbir Allah kulu yoktur” telakkisinin terbiye ettiği idareci ise bu gizli ve samimi iletişim bağını katiyen istismar etmezdi. Milletimizde bugün dahi her fırsatta idareci ile münakaşa etmek ve içini boşaltmak ihtiyacının yüksekliği, esasında bu geleneğin bir tezahürüdür.

  • Cengiz Aydoğdu, Aksaray Milletvekili “Hiçbir ıslahat, vasıflı memur yetiştirmenin yerini tutamaz” Keçecizâde Fuad Paşa
UĞURSUZ GÜN NEYİ KÜÇÜLTMEMİŞTİR?

Cevdet Paşa’ya sorarsanız; “Hâl ve zamanın yaptığını kimse yapamaz. Bütün beşerî kıymetleri ve hakikatleri değiştiren bir hengâme-i ibret gelir, cemiyetler ve devletler bir tavırdan başka bir tavra geçer.” Yani, değişmek, hayatın kanunudur ancak değişim dahi bir usul ve kanuna tabidir.

Türkiye, 1789 Fransız İhtilali’nden neşet eden ve Napolyon ordularıyla Avrupa’ya yayılan değişim rüzgârlarıyla, ihtilal-i kebirden yarım asır sonra tanıştı. 3. Selim’le başlayan değişim esintisi, Tanzimat’la beraber kuvvetli bir rüzgâra dönüştü. Ne var ki biz değişimi yani inkılabı, bir usûl ve kanuna râm edemedik; değişim, kendi kanunları ile geldi ve bize kendi usûl ve kanunlarını dikte etti: Tüzükler, yönetmelikler, talimatnameler, vb. Artık devlet, “kanun-u kadim” haricinde, değişimle gelen (genellikle tercüme yoluyla edinilmiş) batı kaynaklı bir yazılı metinler külliyatına sahipti.

Devlet-i Aliyye’nin padişaha bağlı “devletlû”ları bundan böyle, sadece devlete ve yazılı metne bağlı birer memur, “teba-yı şahâne” mevkiindeki ahali ise (Fransız zihniyetinden mülhem) vatandaş olma yolunda, ırk ve din farkı kaale alınmayan bir yığındır. Bu tarihten itibaren idari mekanizma şekil ve mahiyet değiştirmeye başlamış, daha önce şahıslara verilen ad ve unvanlar, şimdi daire ve kısımlara verilir hâle gelmişti. Devlet teşkilatı genişlemiş, şümullenmiş ve teferruat artmıştır. Her daire ve bölümün kendine has kuruluş ve işleyiş nizamnâmeleri kaleme alınırken, devlet daireleri kanunla tespit edilen yeni kalıp ve kayıtlara girmeye zorlanmış, hatta devletin dahi bir ana kanuna ihtiyacı olduğu zannından hareketle “Kanun-u Esasi”(Anayasa) inşa edilip, “kitaba uygun”luğun yerini mevzuata uygunluk almıştır. Devlet görevlerinin halkı baştan savma mazereti bundan böyle “kitapta yeri yok” olmaktan çıkıp, “mevzuata uygun değil” bahanesine bürünmüştür. Eeee, bunun adı “Bürokratik Modernleşme”dir.

BÜROKRASİ Mİ EŞYALAŞMA MI?

O yıllarda belki adını tam koyamasak da, ortaya çıkan bu yeni memur tipi, düzenleyici ve “toplumsal tasarımcı” bir kafa yapısına sahip, kağıt üzerinde düzeni sağlayınca, “mesele”nin halledildiğine inanan modern bürokrasinin bizdeki ilk habercisidir.

Türk milleti, yeni memur tipinin kontrol ve kılavuzluğunda tazminattan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzun bir yolu (her bâdirede yeni kanunlar ihdas ederek) kat etmeye çalışacaktır. Bu yolun kervanbaşısı, münâdisi, kılavuzu ve muhafızı bütün ihtişamı ve sefaletiyle bürokrattır. Bürokrat, yani “Üsküdar’a giderken ıslanan şu bizim kâtip!” Henüz ne bizim kâtip ne de parçalanan coğrafyayı bir araya getirmek derdiyle sancılanan ahali, nasıl bir “insansız mekanizma” kurulduğunun farkında değildir.

Oysa aynı tarihlerde bir başka iklimde yaşayan Weber’e kulak verecek olursak, Aydınlanma rasyonalitesinin eseri olan bürokrasi, çağdaş toplumun alın yazısıdır. “Hiçbir sosyalleştirme çabası bürokratlaşmayı önleyemez. Önleyemediği gibi, rekabet, ferdiyetçilik vs. gibi sedleri de yıkarak bürokrasinin mahzurlarını bir kat daha artırır.” Kaldı ki, rasyonalitenin eseri olmasına rağmen, bürokrasinin hiç de rasyonel olmadığı da rahatlıkla söylenebilir ama hiç kimse, bürokrasinin “eşyalaşmış” bir düzen olmadığını iddia edemez. Zaten Weber’e göre de tek çıkar yol, bürokrasiyi ıslah etmek ve “kendimizi tabii bir gelişmeye terketmek”tir.

Yakın tarihimiz itibarıyle, kendimizi tabii bir gelişmeye (yani tedrice) terkettiğimiz söylenemez, esasen dünyada kendini bu manada “tedric”e terkedebilen hiçbir toplum da yoktur. Sosyal gelişmenin çok tabii bir seyir izlediği İngiltere’de bile, zaman zaman gayr-ı tabii müdahalelerde bulunmak ihtiyacı hissedilmiştir. Esas mesele, bu müdahalelerin yeri, zamanı ve şiddetidir.

Sosyal bünyenin sıhhati

Sosyal bünyenin sıhhat derecesi, bu müdahalelere gösterilen mukavemet ve uyumla ölçülür. İtiraf etmeliyiz ki bizim toplum yapımız, iki asırdır devam eden müdahaleler serisine direnmekte ve her şeye rağmen kendi kalarak yola devam etmekte gösterdiği muvaffakiyetle emsalsiz bir bünye metaneti ortaya koymuştur. Ne var ki toplumun teşkilatlanmış ve piramidin üstüne çıkmış kesimi olan bürokrasi için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Zira öncü(!) ve devrimci(!) bürokrat kadro, girilen her inkılap berzahından hasarla çıktı ve belki de çaresizliğinden ötürü bu yaralı haliyle bile yeni hamleler için işe koyulmaktan vaz geçmedi. İşin ilginç tarafı hiçbir inkılapçı aydın ve bürokratın aklına, kabahatin kendilerinde olabileceği gelmedi, gelmiyor.

Aslında bürokrasinin problemi, kendi zihninde ve halkın nezdinde bir türlü sağlayamadığı iktidar meşruiyeti meselesidir ki bu belirsizlik, bürokratın varlık sebebini şaibeli hale getirmiştir.

Bugün, bu şaibe, bütün değişim hamlelerinin gerekçesini oluşturma kolaylığına kapı aralamıştır. Ki bu da bir başka yanlıştır. Çünkü hiçbir kusur veya zaaf, toplumsal düzenlemelere gerekçe teşkil edemez. Düzenleme ve reform zarureti dahi bizâtihi kendisi bir toplumsal talep ve ihtiyaç izharı meşruiyetine ihtiyaç duyar. Reform ihtiyacı reformcular tarafından ihdas edilemez. Belki tespit edilir ve gereği yerine getirilir. Ve ilk tespit bence yüzelli yıl önce yapılan tespiti güncellemek olacaktır; “Hiçbir ıslahat, vasıflı memur yetiştirmenin yerini tutamaz”.

#Yeni yönetim
#Sistem
il y a 6 ans