|

Kendini yeniden doğuran akım İslamcılık

İslamcılığın modernleşme konusunda şoklara maruz kalmış bir toplumun depresyondan çıkma yolu ve nefes alma çabası olduğunu ifade eden Cihan Aktaş, bu hızlı çıkışın arazlı ve kanamalı olduğunu söylüyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 4/04/2007 Çarşamba
Güncelleme: 17:54 - 6/06/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Kendini yeniden doğuran akım İslamcılık
Kendini yeniden doğuran akım İslamcılık

Cihan Aktaş, yazdığı pek çok araştırma - inceleme kitabının ardından, "Bir Hayat Tarzı Eleştirisi: İslamcılık" kitabı ile "İslamcılık"a eğiliyor. İslamcılığı zaman ve mekanla bağlı bir akım olarak tanımlayan Aktaş, İslamcılar için de "Kendini yeniden doğuran bir kuşaktır, bu bakımdan hem doğmanın hem doğurmanın sancılarını yaşamaları gerekmiştir" diyor. Kitabında yaşanılan süreçlere daha çok entelektüel kadınların tecrübelerinin ortaya koyduğu bir açıdan bakan Aktaş, bu durumun kendiliğinden şekillendiğini, çünkü yazılarının kendisini dindar bir kadın yazar olarak kısıtlamaya yönelik ya da sorgulamaya dönük sorulara, bu doğrultuda karşısına çıkan engellere dönük bir irdeleme ve sorgulama olduğunu söylüyor.

“İslamcılık son elli yıl içinde İslam'la ilgili her tezahürün, her sorunun ve sorgulamanın adıdır. Sisli geçmişe ve örtük kaynaklara yönelik derin bir merakla başlayan bir öğrenme sürecidir” diyorsunuz. Bu sürecin başlamasını tetikleyen etkenler nelerdir?

Modernleşme yönündeki baskılar ve müslümanların hiç de kendilerini hazır hissetmedikleri bir sırada modernizmle yüzleşmeye zorunlu kalmaları, bu süreci tetikleyen nedenler olarak gösterilebilir. İslamcılık modern bir harekettir, içinde bulunulan zamanın talepleri ya da gerekleri konusunda bir sorumluluk üstlenme kaygısıyla ilişkilidir. İslamiyet dindir, İslamcılık ise zaman ve mekanla bağlı bir akım olarak görülmelidir, bu nedenle de çok farklı islamcılıklardan, mesela demokrat olduğu kadar despotizmden yana, modernist olduğu kadar gelenekselci, muhafazakar olduğu ölçüde devrimci bir niteliğe sahip olan, kadın meseleleri bağlamında ataerkil olduğu kadar feminist, Batı karşıtı olduğu ölçüde kendini Doğu ile sınırlamakta ısrarlı İslamcılıklardan sözedilebilir. Türkiye özelinde İslamcılık aynı zamanda 'sağcı' tanımlara bir mesafe koyma kaygısıyla da şekillenmiştir. Bu anlamda 'mustazafların, yani zayıfların, ezilenlerin, toplumun dışladığı düşkünlerin yanında olmak, 'onları kurtarmak' da bir amaç olarak görünür. Aynı zamanda, modernleşme konusunda şoklara maruz kalmış bir toplumun depresyondan çıkma yoluydu İslamcılık. Hızlı bir yüzeye çıkma, nefes alma çabasıdır da diyebiliriz, İslamcılığın çıkışına. Dolayısıyla da arazlı, kanamalı bir çıkış bu aynı zamanda...

Kitabınızın giriş yazısında yer verdiğiniz, Bush'un 'İslam'ı yaşama çabası 'öteki'ne yönelik bir dayatma biçimidir' şeklindeki açıklaması, ülkemizde de belli bir kesim tarafından kullanılıyor...

Hayat tarzına ilişkin dayatmalar bir bakıma modern dönemlere özgü hayat telakkileri ve korkularla da ilişkilidir. Modernizmin de fundamentalizmi var sonuçta. Farklı İslamcı açıklama biçimlerinden sözettim yukarıda. Bunların içlerinde jakebon ve fundamentalist özellikler gösterenler çoğunlukla modernist hayat tarzı dayatmalarına bir tepki olarak, dayatmacı ve şekilciliği öne çıkartan bir yol-yöntem izleyebiliyorlar. Bu da, Bush'un da yaptığı gibi çok popülist bir şekilde müslümanların hayat tarzı telakkilerine dönük bir eleştiri hatta suçlama için örnek teşkil edebiliyor.

İslamcılığın Batı eleştirisinin, kesin bir karşıtlık olarak tanımlanamayacağını da söylüyorsunuz...

Batı eleştirisi daha çok tikel ve tarihsel bir sorundur. Batı'nın söylediği ve eylediklerinin ille de aksini söylemeye ve yapmaya devam etme gibi tepkilere dayanan bir siyaset ise gericilik ve yozlaşmayla sonuçlanacaktır. İslamcılık, İslamiyet'in yerel, kültürel ve tarihsel bir din olarak anlaşılmasına karşı da her zaman sorgulayan bir yaklaşım içinde olmuştur.

İslamcılığa yüklenen 'köylülük' olgusu, İslamcılığın 'estetik ihmal'i nedeniyle mi ortaya çıkmıştır? Konformizm karşıtlığı nedeniyle mi?

Bunlar çok karmaşık, birbirini besleyen etkiler. Türkiye'de 50'li yıllardan itibaren insanlar kitleler halinde kentlere göçettiler. Göçeden insanlar için müslümanlık, bir direnme, ayakta kalma nedeniydi, 'büyük anlam'dı. 'Köylülük' olgusunun kentlerde arabeskleşme ve lümpenleşmeye dönüştüğü süreçten sözedeceksek, işin içine politikacıların oportünizmini de, belediyecilerin beceriksizliğini de, kültür politikalarının yüzeyselliğini de katmak gerekir. İnsanlar göçe kışkırtılmış, dahası zorlanmışlardır ama bununla birlikte ortaya çıkacak problemler üzerine pek az düşünülmüştür. Sonra da şehrin kıyılarından merkeze yönelen tehlikelerden, betonlaşmadan, yeni yapılan camilerin zevksizliğniden bir yakınma başlamıştır..

Konformizm karşıtlığı dünyayı çözümleme ve yorumlama kapasitesine sahip zihinlerden yükselen sorgulamalarla ilgilidir. Böyle bir duruşa özgü tedirginlik, varoluşsal bir kaygının da ifadesi aynı zamanda. Başka türlü bir hayat da var olabilir, yaşamam gereken hayat sadece bana sunulan, şekiller ve görünüşler üzerinden oluşturulmuş, taklide dayanan, beni önce otoriter ideolojiler ve giderek mesela bireyi sürünün bir parçası sayarak adsızlaştıran, bir müşteri olarak tanımlayan liberal sofistike baskılara yenik düşmememi mümkün kılacak bir birey, bir toplum görüşü mümkün olamaz mı, başka türlü özgürlük tanımları olmayabilir mi, hayatın bana gösterilenden başka amaçları ve açıklamaları olamaz mı, şeklinde uzayıp giden soruları vardır bu konformist karşıtlığının...

Bize ait değerleri ancak kamuoyu tarafından onay ve takdir görürse sahiplenme eğilimden söz edilebilir mi?

İbni Haldun'un vurguladığı gibi, güç ve iktidar, özendirir. Ciddi bir sebebi olmayan muhalefet de muhalefet sayılmaz.

Romantik olarak nitelendirdiğiniz bir görüş, elektriksiz yaşamı deneyenler, teknolojiden mümkün olduğu kadar uzak duranlardan bahsediyorsunuz kitabınızda. Abdülkadir Es-Sufi'nin teknolojiyi dışlayan bir hayat kurma girişiminin etkilerini de örnek olarak irdeliyorsunuz.

İslamcılığın teknoloji eleştirisi ile mesela ABD'li anarşist ve sosyal eleştirmen John Zerzan'ın eleştirileri arasında büyük benzerlikler var. 'La ilahe illallah'ın 'La'sından hareketle, 'büyük' kültürün, resmi tarihlerin reddi, kültürel ve dönemsel adlandırmaların inkarı, bunun bir örneği. 'Okulsuz Toplum'un yazarı İvan İllich, 80'li yıllarda İslamcıların büyük bir ilgiyle okuduğu bir yazardı, Tolstoy, Thoreu gibi isimlerin fikirleri de Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu mısraları kadar dillerde dolaşırdı. Burada tabii bir çelişki var, çünkü, 60'lardan itibaren yükselen yeni-İslamcılık aynı zamanda kültürü ve kitabı yücelten bir akımdı. 70'lerde İslamcılar, şiddete eğilimli sağcı gruplar tarafından, bu nedenle pasif ve sinik olarak adlandırılmışlardı.

Esasında modern hayatın merkezinden modernlik eleştirisi yapmak da bir İslamcılık arazıdır denilebilir. Abdülkadir es-Sufi elektrikli hayatı reddederek toprağa dayalı bir hayat kurmaya çalıştığında, kentte yerleşme çabasını Kafkavari bir karamsarlıkla, lirik şiirler yazarak sürdüren İslamcıları derinden etkiledi. Es-Sufi sonra şehir hayatına geri döndüğünde, bu dönüş bir bozgun duygusu uyandırdı İslamcılar arasında.

Teknolojiye mesafe koyma adına evinde çamaşır makinesi olmayan ve ailenin tüm çamaşırlarını elde yıkamak zorunda kalan kadınlar vardı. İkinci eşlerin sorgulandığı dönemde de kadınlar çok acı çektiler. Kılık kıyafet konularında da toplumdan dışlananlar kadınlar oldu. Sanki yaşanan süreçlerin ağır yükü kadınlar üzerinde gibi duruyor. Ne dersiniz?

Esasında İslamcılık 'feminist' bir hareketti, bütün kültürel hiyerarşi biçimlerini reddediyordu çünkü ve kadınla erkeğin de kul olarak eşit olduğunu kabul ediyordu. Üstünlüğü doğuştan gelen imtiyazlara değil de kişisel çabalara bağlayan bir eleştirisi, kadını kültüre ve hayata katma, kültürü ve hayatı kadınla paylaşma gibi bir kaygısı vardı bu dalganın. Bu kaygının sunduğu yeni ifadelerin, yeni ilişki biçimlerinin kabulü hiç kolay olmamıştır, çünkü, hem şifahi hem de kitabi söylemlerle,'eksik yaratılmış kadın'a ilişkin tanımlar, kadını fitne ve fesada yatkınlığı nedeniyle hayata kapanmaya zorlayan yorumlar, kendisini hatırlatmaya devam ediyordu.

Bazen, modern dünyada her şey değişirken müslüman kadının hiç değişmeyen bir varlığı, bir duruşu olması bekleniyordu. Bu yaklaşımdaki tutarsızlık, kolaylıkla yoldan çıkabilecek kadar zayıf görünen kadın cinsine aynı zamanda bir geleneğin mirasını taşıma vazifesinin yükletilmiş olmasında...

İlk yeni-İslamcı kuşakların bu konuda geleneksel kabullerle modern talepler hatta baskılar arasında çatışma yaşayan, kadın-erkek ilişkilerinde bir yeniden tanımlama çabasının bedellerini ödeyen bir kuşak olduğu söylenebilir. Sonraki kuşakların, özellikle temel sorunların ve tartışmaların ebeveynleri tarafından kısmen de olsa bir yere kadar çözümlendiği ortamlarda yetişen gençlerin kadın-erkek ilişkileri konusunda daha az sorunlu bir duruşları olduğunu söyleyebilirim.

Kitabınızda yaşanılan süreçlere daha çok entelektüel kadınların tecrübelerinin ortaya koyduğu bir açıdan bakıyorsunuz. Bu seçiminizin sebebi nedir?

Bu bir seçim değil de kendiliğinden gelişen bir bakış diyebiliriz... Dindar kadınların kültürde ve kamu hayatı içindeki konumlarının henüz yeniden tanımlanamadığı, yazarlığın dindar kadınlara o kadar da yakıştırılmadığı, miting meydanlarında dolaşmak yerine bir odaya çekilip yazı yazmanın pek takdir görmediği bir dönemde yazı yazmaya başlamış olan bir yazarım. Dolayısıyla yazarlığım, beni dindar bir kadın yazar olarak kısıtlamaya yönelik ya da sorgulamaya dönük sorulara, bu doğrultuda karşıma çıkan engellere dönük bir irdeleme ve sorgulama olarak da biçimlendi. Bu kitaptaki yazılar ki bir kısmı konferans ya da sempozyum tebliği metinlerine dayalı olarak hazırlandılar, yeni-İslamcı dalgayı kendi durduğum ve baktığım yerden ve bana tartışılacak önemde görünen konularda tartışma ya da açımlama denemeleridir.


17 yıl önce