Hâl dili dediğimiz şey, bir gönül dilidir. Muhatabımızla sözsüz, harfsiz, kelimesiz anlaşabilmenin adıdır. Hâl dili, tasavvuf erbabının dilidir. Çünkü tasavvuf netice itibariyle bir hâl ilmidir, kâl ilmi değildir.
Söz fuzulidir, kıyl-ü kâldir. Kıyl-ü kâl bugün anladığımız gibi sadece gıybet manasına dedikodu demek değildir. Faydası olmayan, gereğinden fazla uzatılmış her söz, her iddia ve izah çabası kıyl-ü kâldir. Halbuki hâl yaşamak, olmak yahut tatmaktır. Bir hâli yaşıyorsak onu söz ile iddiaya, izaha, nakletmeye ihtiyaç yoktur.
Hâl dilinin etkili olabilmesi ve istenen mesajı verebilmesi için bu dili kullananın aşkı, derdi, çilesi,bilgisi ve ameli yerinde olmalıdır. Şeyhulislâm Tirmizi, “Seyyid Burhaneddin, tahkike ait sözleri pek güzel anlatıyor; bu da şeyhlerin yazılarını, esrarını okumasından ileri geliyor” dedi. Biri bunun üzerine, “Sen de okuduğun halde nasıl oluyor da böyle sözler söylemiyorsun?” diye sorunca o: “Onun bir aşkı, bir derdi, bir cehdi, bilgisi ve ameli var” cevabını vermiştir.
Hâl dilinin etkili olabilmesi için, bunu sergileyenin inandırıcı ve güven telkin edici bir edasının ve geçmişinin olması gerekmektedir. Söz, önce söyleyeni tarafından yaşanarak ve gerekleri yerine getirilerek söylenmezse sözle öz uyuşmazlığı ortaya çıkar ki bu, insanın iç ve dış tutarlılığını tahrip eder; bu tutarlılık ortadan kalkınca konuşanın inandırıcılığı da yok olur. Bu konuda Mevlânâ'nın bir hayli sert konuştuğunu görmekteyiz.
Mevlânâ,
hâl dilinin etkili olabilmesi için, bu dili kullananın sade, samimi ve eylemlerinde tutarlı olmasını gerekli görür. Ona göre, âşığın hâlinden âşık olanın anladığı gibi, hâl dilini de en iyi hâl ehli okur ve anlar. Yine ona göre, dini, ahlâkî ve mistik olanı söze dökmekten ziyade onun havasına girmek, onda içselleşmek ve o hâli yaşayarak temsil etmek daha önemlidir. Bu husus, tasavvufun “kal ilmi değil, hâl ilmidir” şeklindeki popüler tanımının niçin daha çok ilgi gördüğü hakkında da bize fikir vermektedir.